Umumi Harp Başlangıcında
''- Arıburnu'nu Anafartalar'ı yapmış bir
kumandan idim. Zannediyordum ki, ve bilâhare dost düşman herkesin tarz-ı
telâkkisi de benim bu zannımı teyit etti (doğruladı), memlekette bir hizmette
bulunmuştum, o hareketle bilhassa payitahtı kurtarmıştım. İnsanlık hali, bu
nâçiz (değersiz) hizmeti ifa etmiş olmaktan memnun olabileceğini tahmin ettiğim
Osmanlı ricâl-i mühimmesini (mühim şahsiyetlerini) ziyaret ediyordum ve bu
ziyaretleri daha mühim bir vazife hissinin sevkiyle yapıyordum. İlim, fen,
san'at ve hâdiseler itibarıyla, memleketim için ve milletimin mevzuubahs olmak
lâzım gelen hayat ve mematı (ölümü) için düşüncelerim vardı, başta bulunanlara
onları söylemek istiyordum. Hariciye nazır-ı muhterimini de görmek ve kendisiyle
konuşmak faydalı olur itikadına (inancına) saptım. Nezaretin bir müsteşar
muavini vardı, Sofya sefaretinden tanırdım: Halil Bey... Evvelâ bu güzel kalbli
adamı makamında buldum. Nazır Beyefendi'ye, kendilerini ziyaret için geldiğimi
söylemesini rica ettim, intizar (bekleme) emri geldi. Bekledim, bilmem ne kadar
sürdü, fakat intizar epey uzun oldu, bu aralık muhterem nazır bey çok enteresan
zairleri (ziyaretçileri) kabul etmekle meşgul idi. Farkına vardım ki, ben
geldikten ve haber verdikten sonra, gelmiş olanlar dahi nazır bey tarafından
kabul olunmaktadır. Canım sıkılmadı değil, müsteşar muavinine:
- Beyefendi hazretleri galiba beni
unuttular, dedim.
Muavin benim intizarda bulunduğumu tekrar
hatırlattı.
- Beklesin, buyurmuş. Kemal-i sükûn ile
muavin beyin yanında oturdum. Kendisine dedim ki:
- Sizin nazırınız bütün zamanını böyle
manasız ziyaretleri kabul etmekle mi geçirir?
Terbiyeli ve halûk (iyi) muhatabım sualime
cevap vermedi. Bir aralık nazır beyefendinin bürosunu salonla birleştiren kapı
açıldı ve bir odacı:
- Buyurun efendim, dedi.
Muavin beyle ciddî bir mevzu üzerinde
konuşuyordum:
- Nedir o? dedim.
Odacı:
''- Nazır beyefendi hazretleri sizi kabul
buyuracaklar...'' cevabını verdi.
- Beklesinler, dedim.
Gazi devam etti:
''- Filhakika müsteşar muavini ile olan
mükâlememizin biraz uzatılmış safhasının neticesine kadar nazır beyefendinin
davetine icabet edemedim.
Nazır beyefendinin muhteşem bürosuna girdiğim
vakit, müşarünileyh beni ayakta ve mültefitâne kabul etti ve bana vaziyet-i
askeriyenin, vaziyet-i dahiliyenin, vaziyet-i umumiye-i siyasiyenin çok parlak
olduğundan parlak bir lisanla bahsetti. Nezaketen teşekkür ettim: Yalnız bazı
mütalâat ve mülâhazatta (düşünce ve görüşlerde) bulunup bulunamayacağımı istizah
ettim:
- Hay hay efendim, dedi.
Dedim ki, -Ben vaziyeti hiç de sizin
gördüğünüz gibi görmüyorum. Vaziyet-i umumiyemizin sizin izah ettiğiniz gibi
olmasını çok temenni ederdim. Fakat ben en çetin ve en müşkül netice alınabilen
bir harp sahasından ve o sahanın kumandanı olarak İstanbul'a geliyorum. Eğer
lûtfeder de beni bir saniye dinlerseniz minnettar olurum.
- Lütfen efendim, buyurdular. Devam
ettim:
- Beyefendi, vaziyet sizin gördüğünüz gibi
parlak değildir. Siz ki devletin idaresi mes'uliyetlerinden bir kısmını üzerine
almış bir zatsınız, eğer şunun bunun ifadesine itimat ederek (güvenerek) siyaset
kullanmakta devam ederseniz, mevcut tehlike umumî tahminin de fevkinde (üstünde)
olur.
Cevap verdi: Beyefendi, (bunu telâffuz
ederken pek ciddî bir âmir tavrı takındı) ne demek istediğinizi
anlayamadım.
Mütevazi bir lisanla izah ettim:
- Siz her şeyi biliyorsunuz da beni yabancı
ve acemi bir adam telâkki ederek, bu acı hakikatler üzerinde benimle açık
konuşmaktan tevakki ediyorsunuz (sakınıyorsunuz). Muktedir bir nazıra yaraşan da
budur. Fakat ben o adamım ki, benimle her şey konuşulur, müsaade buyurunuz,
teati edeceğimiz (görüşeceğimiz) fikirler aramızda kalacaktır, sizi diğer bir
noktada tenvir edeyim (aydınlatayım): Hakikati konuşmaktan korkmayınız. Hakikat
sizin dedikleriniz değil benim dediklerim.
Çok sert ve ciddî tavırla şu mukabelede
(karşılıkta) bulundu:
- Kumandan bey, biz size hürmet ettik, çünkü
bize dediler ki Arıburnu ve Anafartalar kumandanı Mustafa Kemal hizmet etti,
bunun için zat-ı âlinizin hüsn-ü kabul etmek istemiştim, fakat bugün bana
bahsettiğiniz şeylerin başka manada olduğunu hisseder gibi oluyorum. Beyefendi,
bu mübahase ve tenkidatın makam ve muhatabı ben değilim. Ben ordu
başkumandanına, onun erkân-ı harbiyesine, bütün heyet-i vükelâ ile beraber derin
ve sarsılmaz itimat taşıyan bir nazırım. Sizin tereddütleriniz olabilir; sizin
vâkıf olmadığınız hakikatler bulunabilir. Ben size bunları izah etmekte mazurum.
Eğer siz buraya şüphe ve tereddütlerinizi izah etmekte mazurum. Eğer siz buraya
şüphe ve tereddütlerinizi hal için gelmişseniz yanlış yere geldiğinizi ihtar
etmek mecburiyetindeyim. Başkumandanlığa ve erkân-ı harbiyesine müracaat ediniz.
Hiç şüphe etmem, ki orada sizi lüzumu kadar, ihtiyacınız kadar tenvire muktedir
zevat vardır.
- Bana yol göstermek nezaketinde
bulunduğunuz için size teşekkür ederim. Yalnız müsaadenizle şunu arzedeyim ki,
evvelâ ben Türk ordusunun yabancısı bir adam değilim; ben ordu ile çok küçük
zabitlikten beri derinden temasa geçmiş bir askerim. Ben hâdisatın sevki ile
ordunun içinde zabit, nihayet kumandan olarak iş görmüş ve zannıma göre muvaffak
olmuş bir kumandanım. Türk ordusunu, onun faziletini, kıymetini ve bu ordu ile
neler yapılabileceğini benim kadar anlayan az olmuştur. Beni acemi bir zabit,
tesadüfle kumandan olmuş bir adam gibi telâkki ettiğiniz için müteessirim.
Maamafih sizi mazur görüyorum, zira bütün hayatınızda, hattâ şimdiki vaziyet-i
mühimme-i siyasiyenizde (mühim siyasî durumunuzda) henüz hakikatle, temasa
gelmiş bir zat değilsiniz. Bana bir şey tavsiye ettiniz ki ben onu yapamam,
Başkumandanlık Vekâletine erkân-ı harbiyesine müracaat etmek, tereddütlerimi
orada izale etmek (gidermek)... Beyefendi; farkında değil misiniz ki artık bu
memlekette millî bir erkân-ı harbiye heyeti yoktur, bir Alman erkân-ı harbiyesi
vardır; o Alman erkân-ı harbiyesi ki, Türk ordusunda ilk icraat olarak benim
gibi âsi bir askeri tardetmek (uzaklaştırmak) kararına vardı, beni o heyete mi
gönderiyorsunuz?''
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder