Maruf Fransız muharriri Maurice Perno, Gazi
Mustafa Kemal Paşa ile icra ettiği mühim bir mülâkatı ''Revue de monde''
mecmuasında berveçhidti (aşağıda olduğu şekilde) naklediyor:
*
Mustafa Kemal Paşa, bütün eşyası bir kanape,
iki koltuktan ibaret olan bu küçük odada elini masaya dayamış, ayakta
duruyordu.
Bana elini uzattı, oturmak için yer gösterdi
ve bir sigara verdi, nazikâne bir tavırla beni dinlemeye âmâde olduğunu ihsas
etti (sezdirdi). Derhal mevzua geçerek Fransa'nın, istiklâlini kaybetmektense
ölüme karar vermiş olan bir milletin azim ve cehdini (çabasını) nasıl muhabbetli
bir alâka ile takip ettiğini hatırlattım. Mustafa Kemal Paşa:
''- Türkler; memleketinizin muhabbetine
itimat edebileceklerini bilirler. Her zaman Fransa hürriyet için kahramanâne
mücadelede dünyaya misal teşkil etmiştir.'' dedi.
- Fakat, dedim; zat-ı asilânelerine itiraf
ederim ki son aylar zarfında Fransızların Türklere hissiyatı daha az umumi idi.
Türkiye'nin hasımları vatandaşlarımın muhabbetini Türkiye'nin üzerinden çekip
almaya çalıştılar. Ve evvelâ Türk hükümetinin Türkiye'de mekteplerimizin,
lisanımızın, nüfuzumuzun inkişafına mâni olacak tedabir ittihaz edeceğini, sonra
Türk milliyetperverlerinin güya ecnebi düşmanı olduklarını ileri sürdüler. Bu
iki nokta hakkında zat-ı asilâneleri bana tavzihatta (açıklamalarda)
bulunabilirler mi?
Mustafa Kemal Paşa bir saniye düşündü
gözleri uzaklara daldı, dedi ki:
''- Mektepleriniz için bu, biraz da eski bir
hikâyedir. Fransız mektepleri Türk milletine büyük hizmetler etmiştir. Biz,
hepimiz Fransa'nın hars (kültür) membaından (kaynağından) içtik. Ben bile
çocukken bir müddet Fransız mektebine gittim. Fakat bazan ecnebi mekteplerinin
vazife hudutlarını geçtiğini, rollerinden çıktıklarını, gayri fennî propaganda
gayeleri takip ettiklerini ve bunun için halkımızın Türk olmayan unsurlarına
istinat ettiklerini gördük.''
Bu ithamı derhal kaydettim:
- Bu şikayet belki bazı ecnebi mektepleri
için vârid olabilir. Merzifon'daki Amerikan mektebini kapattığınız için kimsenin
size bir diyeceği yoktur. Fakat Türkiye'de bir Fransız mektebine karşı gerek
siyasi gerek dini herhangi bir propaganda isnat edildiğini
bilmiyorum.
Paşa hafifçe güldü ve cevap
verdi:
''- Fransız mekteplerinin ekserisi rahipler
ve hemşireler tarafından idare edilmektedir. Şu halde meslekî bir mahiyeti
vardır. Binaenaleyh dinî bir propaganda bulunduklarından endişe edebiliriz.
Maamafih istiyoruz ki mektepleriniz kalsın. Fakat Türkiye'de bizim
mekteplerimizin bile hazır olmadıkları imtiyazata (ayrıcalığa) ecnebi
mekteplerinin malik olması gayri kabil-i kabuldür (kabul edilemez).
Müesseseleriniz, aynı sınıfta Türk müessesatına mevzu olan kanun ve nizamata
riayet ettikçe bâki kalabilir. Zaten bu mesele Ankara murahhısları ile Fransa
mümessilleri arasında müzakere ve esaslı prensipler üzerinde itilâf (anlaşma)
hâsıl olmuştur.''
Bu sırada bir fasıla-i sükût oldu. Mustafa
Kemal Paşa sıcaktan başındaki astragan kalpağı çıkardı. Karşımda büsbütün başka
bir adam gördüğümü zannettim. Sarışın ince saçları kalpak altında göremediğim
geniş ve taazzuv etmiş (biçimlenmiş) alnını açık bırakıyordu. Kendi kendime
karşımda bir Türk mü, yahut bir Slav mı mevcut olduğunu düşündüm. Yavaş yavaş
evvelâ bilâ ihtiyar kapalı duran bu çehre canlandı, sesteki ihtizazlar (gönül
rahatlığı) değişti. Paşa devam etti:
''- İkinci ecnebi düşmanlığı noktasına
gelince: Şu bilinsin ki, biz ecnebilere karşı herhangi hasmâne (düşmanca) bir
his beslemediğimiz gibi onlarla samimâne münasebatta bulunmak arzusundayız.
Türkler bütün medenî milletlerin dostlarıdır. Ecnebiler memleketimize gelsinler,
bize zarar vermemek, hürriyetlerimizi müşkülât irâsına (çıkartılmasına)
çalışmamak şartıyla burada daima hüs-ü kabul göreceklerdir. Maksadımız yeniden
mukarenet (yakınlık) peydâ etmek, bizi başka milletlere bağlayan revabıtı
(bağları) tezyit etmektir (arttırmaktır). Memleketler muhteliftir, fakat
medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyet birdir ve
bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirâk etmesi lâzımdır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun sukutu (düşmesi), Garba karşı elde ettiği
muzafferiyetlerden çok mağrur olarak kendisini Avrupa milletlerine bağlayan
rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hatâ idi, bunu tekrar
etmeyeceğiz.
Memleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün
mesâimiz (çalışmamız) Türkiye'de asrî, binaenaleyh garbî bir hükûmet vücuda
getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de Garbe teveccüh etmemiş (yönelmemiş)
millet hangisidir? Bir istikamete yürümek azminde olan ve hareketinin, ayağında
bağlı zincirlerle işkâl edildiğini (güçlük çıkarıldığını) gören insan ne yapar?
Zincirleri kırar, yürür.
Fakat tahaddüs eden (ortaya çıkan) vekayi,
Türkiye'nin bilâ kayd-ü şart hâkimiyet-i müstakillesine sahibolması neticesine
vardı. Bundan sonra memleketimize gelecek ecnebiler, samimiyetle bizi hüküm ve
esaretlerine almaktan feragat ederlerse hüsn-ü kabul göreceklerdir. İlga edilen
(kaldırılan) uhud-u atika (eski ahidler) Türk milletinin bir hezimeti neticesi
değildi. Bu Türkiye'ye zorla kabul ettirilmiş bir boyunduruk değil,
padişahımızın birkaç ecnebi devlete kemal-i lütf ve mürüvvetle (tam bir lûtuf ve
insanlıkla) takdim ettikleri bir hediye idi. Devletler bu hediyeden aleyhimize
istifade ettiler. Uhud-u atîka memleketimizi fakra (yoksulluğa) düşürdü,
harabetti. Eğer ecnebi düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir istiklâle
halel (bağımsızlığa zarar) verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet,
bizim ecnebi düşmanı olduğumuz söylenebilir. Size açıkça söyledim ve sonuna
kadar açık sözlü olacağım. Henüz emniyetimiz yerinde değildir, evvelce
Türkiye'de ecnebi teşebbüsatının, ecnebi maksatlarının bize telkin ettiği
endişeler kâmilen zâil olmuş (tam olarak ortadan kalkmış) değildir. Eğer bazan
ihtiyatkâr hareket ediyorsak, ifrat (aşırı) derecede şüpheli davranıyorsak, bize
çok pahalıya mal olan hürriyetimizi kaybetmek hususundaki
korkumuzdandır.''
Bu son sözler nazar-ı dikkatimi celbeden bir
samimiyet ve bir azimle söylendi.
Mustafa Kemal Paşa yeni bir suale intizar
ediyordu. Dinî mesele hakkındaki fikirlerini dinlemek merakında idim. Bu vadide
ittihaz edilen (alınan) bazı tedabirden ne maksat takibedildiğini izah etmesini
rica ettim.
''- İttihaz ettiğimiz (aldığımız) bütün
tedbirler bir cümle ile hülâsa edilebilir (özetlenebilir): Hâkimiyet-i milliyeyi
ilân ettik. Kelimeler üzerinde oynamıyalım. Bugünkü Türk hükümeti az çok
cumhuriyettir (1). Bu bizim hakkımızdır; fenalık nerede? Menşelerimizi
hatırlayınız. Tarihimizin en mes'ut devresi hükümdarlarımızın halife olmadıkları
zamandır. Bir Türk padişahı, hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için
nüfuzunu, itibarını, servetini istimal etti. Bu sırf bir tesadüf eseriydi.
Peygamberimiz tilmizlerine dünya milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini
emretti, bu milletlerin hükûmeti başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin
zihninden aslâ böyle bir fikirk geçmemiştir. Hilâfet demek, idare, hükûmet
demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek
isteyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf ederim ki bu şerait
dahilinde beni halife tâyin etseler derhal istifamı verirdim...
Fakat tarihe gelelim, hakayıkı (gerçeği)
tetkik edelim, Araplar Bağdat'ta bir hilâfet tesis ettiler, fakat Cordou'da bir
hilâfet daha vücude getirdiler. Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika
Müslümanları İstanbul halifesini aslâ tanımadılar. Bütün İslâm milletleri
üzerinde ulvî vazife-i ruhaniyesini ifa eden yegâne halife fikri hakikaten
değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma'daki Papanın
Katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir.
Son ıslahatımızın sebep olduğu tenkitler,
gayr-ı hakikî mevhum bir fikirden, ittihad-ı islâm (islâm birliği) fikrinden
mülhemdir. Bu fikir aslâ hakikat olmamıştır.
İlâve edelim ki İslâm âleminde Türkler
halifenin maddî ihtiyaçlarını fiilen temin eden yegâne millettir. Cihanşümûl bir
hilâfeti terviç edenler (üzerlerine alanlar), şimdiye kadar her türlü iştirakten
mücanebet etmişlerdir (uzak kalmışlardır). O halde ne iddia ediyorlar? Yalnız
Türkler bu müessesenin hamulesine (yüküne) tahammül etsinler ve yine yalnız
onlar halifenin nüfuz-u hâkimanesine riayet etsinler... Bu iddia müfritanedir
(aşırıdır).''
- Şu halde yeni Türkiye'nin siyasetinde dine
mugayir (aykırı) hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak demek? ''- Siyasetimizi
dine mugayir olmak şöyle dursun, din nokta-ı nazarından eksik bile
hissediyoruz.''
- Zat-ı asilâneleri, düşündüklerini
bendenize daha iyi izah buyururlar mı?
''- Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani
bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimiz -bizzat hakikate
nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum- şuura (akla) muhalif, terakkiye
(ilerlemeye) mâni hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye'ye istiklâlini
veren bu Asya milleti içinde daha karışık sun'î, itikadat-ı bâtıladan (bâtıl
inanışlardan) ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu âcizler sırası
gelince tenevvür edeceklerdir (aydınlanacaklardır).
Eğer ziyaya (ışığa) takarrüp edemezlerse
(yaklaşamazlarsa) kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları
kurtaracağız.''
MAURİCE PERNO
(Akşam'dan: 11 Şubat 1924)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder