''Hürriyet ve istiklâl benim
karakterimdir.''
- Paşa hazretleri, yarın nisanın yirmi
üçü... Büyük Millet Meclisi'ni geçen sene bugün açmıştınız. Bu tarihin çok büyük
kıymeti var; ve bu tarih, mazi-i millîmizin (ulusal geçmişimizin) en kıymetli
bir hatırası olacak, bu münasebetle bazı sualler sormama müsaade buyurulur
mu!
''- Ne sormak istiyorsunuz?''
- Geçen 23 Nisan, Meclisin ilk yevm-i
küşadına (açılış gününe) ait hatırat ve ihtisasatınızı (duygularınızı) sormak
istiyorum, Paşa hazretleri. Bu hatırat ve ihtisasat tarih-i millîmiz için çok
kıymetlidir.
''- Peki izah edeyim.''
Mustafa Kemal Paşa koltuğuna gömüldü, birkaç
dakika düşündü, sigarasından pencereye doğru giden helezonî dumanları bir müddet
gözleriyle sakitane (sessizce) takip etti ve hatıratını ağır ağır şöyle
anlattı:
''- 16 Mart vak'a-i feciası (yürekler acısı
olay) üzerine artık İstanbul'a büsbütün kement'' vurulmuş, millet ve memleket
başsız kalmıştı. Onun istiklâlini düşünmek ve kurtarmak için Ankara'da millî bir
Meclis toplamak lâzım geldi. Bu kanaat üzerine lâzım gelen çarelere tevessül
ettik (giriştik). Böylece geçen Nisan evasıtında (ortalarında) milletvekilleri
Ankara'da toplanmağa başladı. Ancak memleket vâsi (geniş) ve vesait-i münakalesi
mahduttu (ulaşım araçları sınırlıydı). Bunun için vekillerin muvasalatı daima
teahhura (gecikmeye) uğruyor ve bu teahhur beni tâzip ediyordu
(üzüyordu).
Bu azap içinde bütün rüfekay-ı mesaim
(çalışma arkadaşlarım) ile gece gündüz bilâ ârâm (dinlenmeksizin) çalışarak
vaziyete ait çareleri düşünüp tatbik ile meşgul oluyordum. O esnada dahilde
halkın efkârını tesmim etmek (zehirlemek) ve hariçte efkâr-ı umumiye-i cihanı
(cihanın kamu oyunu) teşviş eylemek (karıştırmak) maksadiyla çalışanların
kulandıkları vasıtalardan birisi de doğrudan doğruya benim şahsiyetim idi.
Memleketimizdeki millî heyecanı, hakkı ve istiklâli müdafaa uğrunda gösterdiği
kaabiliyet-i hayatiyeti (yaşama gücünü) inkâr için bu kimseler, bütün
hücumlarını bana tevcih ediyorlardı (yöneltiyorlardı). Gerek millete ve gerek
İstanbul'daki hükümete resmen diyorlardı ki: ''Mustafa Kemal'i tanımayınız;
Mustafa Kemal'e emniyet ve itimat etmeyiniz. İtilâf devletlerinin Türkiye'ye
karşı gösterdiği şiddet, onun yüzündendir.'' Onlar böyle söylüyorlar.
Ve ben bertaraf edildiğim takdirde, millet
ve memleketin hariçten her türlü dostluğu ve iyiliği göreceğini ileri
sürüyorlar, efkârı bu suretle iğfale (yanıltmaya) çalışıyorlardı. Ben, bu
teşebbüste ne kadar zehirli, fakat mâhirane bir kasıt olduğunu bütün vüzuhiyle
(açıklığı ile) görüyordum. Ancak milletimin üstüne konan tazyik ve esaret
yükünün benim yüzümden ileri geldiğini düşünebilecekleri tevehhümden
(kuruntudan) kurtarmak için, o güne kadar ihdas edilen (meydana getirilen)
vaziyet-i tarihiyenin ve bu vaziyetin o günden sonraki safahatına (safhalarına)
ait mesuliyeti diğer bir arkadaşa tevdi ederek (yükleyerek) köşe-i nisyan
(unutulma köşesi) ve inzivaya (yalnızlığa) çekilmenin muvafık olacağını düşündüm
ve bu fikrimi o zamanlar temasımda bulunan rüfekay-ı mesaimin kâffesine açık ve
kat'î bir lisanla bildirdim. Fakat rüfekam, böyle bir hareketin düşmanın niyat
(niyetleri) ve arzusunu terviçten (kabul etmekten) başka semere vermeyeceği
iddiasında bulundular.
Dahilî isyan ateşi Ankara kapılarına kadar
takarrüp etmekte (yaklaşmakta) idi. Vaziyetin vehameti (kötülüğü) mes'uliyetin
azameti tedhiş edici (dehşet verici) bir mahiyette idi. Bu vaziyet karşısında
şöyle düşündüm: Hâdis olan (meydana gelen) vaziyetten her ne mülâhaza
(düşünceye) mebni olursa olsun (dayanırsa dayansın) çekilmek iki suretle tefsir
olunabilirdi. Birincisi tutulan işde nevmîdiye (umutsuzluğa) düşmüş olmak,
ikincisi tutulan işin sıklet-i mes'uliyetine (sorumluluk yüküne) tahammül
edememek. Filhakika bu gibi yanlış zehaplar (sanmalar) hem maksad-ı mukaddesi
rahnedar edebilir (gedik açabilir), hem de bu maksat etrafında toplanan
kuvvetleri inhilâle (dağılmaya) uğratırdı. Binaenaleyh arkadaşlarımın
samimiyetine, milletimin azim ve imanına ve düşmanlarımızı evvel ve âhir
itiraf-ı acze mecbur edeceği hakkındaki kat'î kanaatime ve Allah'ın tevkifine
istinaden kemafissabık (geçmişte olduğu gibi) sonuna kadar mücahede-i
millîyemizin şahsıma tahmil ettiği (yüklediği), vazife-i namus ve vicdanı ifade
devahıma karar verdim. Ve artık harekât-ı umumiyenin bir şekl-i kanunide
tedvirine (idaresine) başlamak gününün daha ziyade teahhura (gecikmeye) da
müsaadesi kalmadığından 336 (1920) senesinin Nisan 23'üncü günü Meclisin kürşadı
(açılışı) münasip görüldü.
İşte 23 Nisan cuma günü, öğleden sonra
takriben saat ikide Meclis binasının kapısından girerken, günlerden ve
gecelerden beri bütün mevcudiyetimi işgal eden bu efkâr ve ihtilis salonunu
dolduran milletvekillerinin emniyet ve itimad-ı nazarla (güvenli bakışlarla)
bana mütevecih (yönelmiş) olduklarını gördüğüm zaman teşebbüsatımızın milletin
âmaline (emellerine) tamamen tevafukunu (uygunluğunu) bir kere daha idrâk ettim
(anladım). Ve artık benimle fikir ve emelde müşterek milletin fikir ve emelini
tamamen temsil eden bu kadar arkadaşla beraber çalışacağımdan mütevellit
(doğan), büyük bir bahtiyarlık hisseyledim.''
- Paşa hazretleri, Türk milletinin bütün
âleme gösterdiği bu necip ve asîl mukavemet fikri, zât-ı devletlerine nasıl
layih oldu (belirdi, parıldadı?) Mukavemete ait ilk düşüncelerinizi sormama
müsaade buyurulur mu?
''- Hürriyet ve istiklâl benim
karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetlî mefrûsatından
(miraslarından) olan aşk-ı istiklâl ile meftur (dolu) bir adamım. Çocukluğumdan
bugüne kadar ailevî ve hususî ve resmî hayatımın her safhasına yakından vâkıf
olanlarca bu aşkım malûmdur. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve
insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin hürriyet ve istiklâline
sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım evsafa çok ehemmiyet veririm ve
bu evsafın kendimde mevcudiyetini iddia edebilmek için milletin de aynı evsaf
ile muttasıf (nitelenmiş) olmasını şart-ı esas (esas şart) bilirim. Ben
yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple
millî istiklâl bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menafil
(menfaatleri) icap ettirdiği takdirde beşeriyeti teşkil eden milletlerden her
biriyle medeniyet mukteziyatından (icaplarından, gereğince) olan dostluk,
siyaset münasebatını büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi
esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarf-ı nazar edinceye
kadar bîaman (amansız) düşmanıyım.
Meselâ: Harb-ı Umumî küre-i arz (dünya)
üzerinde infilâk ettiği zaman vaziyet-i coğrafiye, vekayi-i tarihiye ve
muvazenet-i siyasiyenin icbarları (zorlamaları) karşısında muhafaza-i bîtarafîye
(tarafsızlığı korumaya) adem-i imkân (imkân olmaması) yüzünden Almanların
bulunduğu zümreye dahil olduk. Almanlarla dost olduk. Almanlar memleketimize,
ordumuza ve hükûmetimize kadar girdiler. Bunların hepsini hoş gördük. Fakat
Almanlardan bazıları haysiyet ve istiklâlimizi muhil (bozucu) vaz'u tavır almağa
başladıkları dakikada en evvel ve hemen hiçbir kayıt ve şarta bakmaksızın ruhan
ve hattâ fiilen isyan ettim. Bu isyanım yüzünden idi ki Harb-i Umumînin cereyanı
içinde bir seneye yakın bir zaman bu hareketimin mürevvici olmayanlarla muhalif
ve muhasım vaziyette kaldım. Bilâhare hasbelicap (gerektiği için) tekrar
Suriye'de kabul ettiğim kumanda, harbin son günlerine tesadüf etti. Harbin
idamesine taraftar olmadığım gibi harbin her fırsattan bilistifade hitama (sona)
erdirilmesi lüzumuna da kani bulunuyordum ve bu kanaatimi hususî ve resmî
beyandan hâli (uzak) kalmamıştım. Netice-i harbin bizim için elemli olacağını
tahmin ediyordum. Fakat İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların bizim için
elemli olabilecek olan bu neticeyi, memleketimizi parçalamak ve milletimizi
terzil ve tahkir ederek (hakarette bulanarak) hayvanat-ı vahşiye sürüsü haline
sokmaya çalışacak kadar ileri götüreceklerini düşünemiyordum. Her halde mağlûp
olursak cezasız ve zararsız bırakılmayacağımıza şüphe etmiyordum. Fakat
insaniyet, medeniyet ve adalet düsturlarının (kurallarının) müdafii olmakla
tanınan bu milletlerin hükûmet adamları, ne zihniyet ve fıtratta (yaradılışta)
olurlarsa olsunlar her halde Türkiye'nin ve Türkiye halkının tarihini, haysiyet
ve mevcudiyetini istiklâlini yıkmak gibi vâhi (boş) bir teşebbüse
girişmeyeceklerini zannediyordum. Mütareke münasebetiyle Yıldırım Orduları Grubu
Kumandanı olarak bulunduğum Adana'dan ayrılıp İstanbul'a geldiğim zaman
mütarekenamenin tatbikatına ve onu takip edecek sulhün şeraitine müteallik
mülâhazatımda (düşüncelerimde) âmil ve müessir olan fikir ve kanaatler böyle
idi. İstanbul'da İngiliz, Fransız ve İtalyan rical-i siyasiye ve askeriyesinden
bazılarıyla vukubulan münasebet ve mülâkatlarımda da daima samimiyetle bu
fikirleri söylüyor ve diyordum ki: ''Harbe girmek ve harbe girdikten sonra
müttefikin (müttefikler) zümresine dahil olmak bizim için zarurî idi. Çünkü
bitaraf bırakmazdınız. Çar Rusyası sizin tarafta idi. Mağlûbeyiten tabii olan
icabatı elbette mevzuubahs olur. Fakat milleti istiklâlinden mahrum ederek imha
etmek, hiç bir vakit bu icabattan addolunamaz.''
Bütün bu temaslar, bende hayret ve istiğrap
(tuhaf bulma) ile bir hakikati inkişaf ettiriyordu. Dinlediğim samimiyetsiz
sözlerde gizlenen bu hakikat, düşmanların bizi behemehal imhaya karar vermiş
olmaları idi. İtilâf memurlarının, zabitlerinin, askerlerinin İstanbul'da en
büyük müesesat (kurum) ve mahafilden sokaklara kadar, her yerdeki tavır ve
hareketleri, tecavüzleri, tahkirleri dahi keşfettiğim bu hakikati teyit eden
(kuvvetlendiren) bir delil oluyordu. Bu hakikate, herkesin gözü önünde cereyan
eden bu tecavüzat ve tahkirata karşı koca İstanbul içinde Padişahından, rical-i
hükûmetten, kumandanlarından, zabitlerinden en son neferine ve ferdine kadar bir
buçuk milyon can; toplu, tüfekli, zırhlı, kırılması müşkül ve kalın zincirlerle
sımsıkı bağlandıklarını anlamaksızın, mebhut (hayret içinde) ve mütevekkil
duruyordu. Ben de bu zincirlerle muhat (çevrili) ve kendime hemdert (dert
ortağı) aramakla meşgul idim. O mebhut ve mütevekkil kütleler içinde zaman zaman
müteşebbis görünen insanlar farkediyordum. Bunlar fenalığı aleıtlak (genel
olarak) hissediyorlar ve ona çaresaz olmak (çare bulmak) istiyorlardı. Fakat
nokta-i istinatlarını (dayanma noktalarını) yine İstanbul kavafil-i surunun (sur
kafilesinin) içindeki kütlede aradıklarını görüyordum. Lâyuad (sayısız)
programlar ve bu programların etrafında zincirbend-i esaret (esaret zincirine
bağlanmış) olduklarının fâriki bulunmayan (farkında olmayan) yine o insanlar,
zümreler, fırkalar, cemiyetler, gruplar...
Bütün bu teşekküllerin istikameti benim
ruhumdaki tecelli ile tamamen tezat teşkil ediyordu. Çünkü bu teşekküllerin
hiçbirinde mevzuubahs olan davanın hakikî mahiyetini idrâk etmiş olmak isabetini
göremiyordum. En münevver sayılan insanların manda meclûbiyeti (tutkunluğu) ile
milletin ruh-ı istiklâlini (bağımsızlık ruhunu) yıkmak için gafilâne bir sa'y-i
gûşiş-i mütemadî (sürekli çalışma ve çaba) içinde çırpındıklarını hayretle
görüyordum. ben artık şu noktalarını gayet vâzıh (açık) mütalâa edebiliyordum:
Düşmanlar istiklâlimizi imhaya karar vermişlerdir. Bu hakikati millet, henüz
tamamıyla keşfetmemiştir. Çünkü, İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur.
Oradaki zekâlar, oradaki vicdanlar bir taraftan doğrudan doğruya düşman tazyiki
(baskısı) diğer taraftan bilvasıta (aracılık ile), düşman iğfaliyle
(aldatmasıyla) bunalmış ve bunaklaşmış bir halde idi. Hiçbir kudret bu muhit
içinde, vaziyet-i hakikiyeye göre doğru hedef göstermeğe muvaffak olamaz ve
hedef-i milleti sevk için kuvvetli bir zemin-i istinat (dayanma zemini)
bulamazdı. Her halde nokta-i hareket İstanbul'un haricinde idi. Bu noktayı
bulmak ve oradan bütün milleti hakikî hedefe sevketmek lâzım geliyordu. Bunun
üzerine günlerce düşündüm, mahdut bazı arkadaşlarımda müdavele-i efkâr ettim
(fikir danıştım). Onlar da benimle hemfikir oldu. Ben evvelâ herhangi bir
suretle Anadolu'ya geçmek ve orada milletin efkâr ve hissiyatını bir defa daha
yoklamak ve menabi-i memleketi (ülkenin kaynaklarını) takip etmek istiyordum.
İstanbul'dan infikâkim (ayrılışım) bir mesele idi. Bunun suret-i hallini
düşündüğüm bir sırada Anadolu'da salâhiyeti oldukça vâsi ordu müfettişliğini
kabul edip etmeyeceğim istimzaç olundu (fikrim yoklandı). Bilâ tereddüt
(tereddütsüz) kabul ettim. Ve Anadolu'ya bu şerait tahtında geçtiğim takdirde
fazla hiçbir tetkik ve tetebbua (araştırmaya) lüzum kalmaksızın düşüncelerimin
en müsait bir saha-i tatbikat (uygulama alanı) bulabileceğine emin idim. Hemen
hareket günü idi ki İzmir'i haydutcasına işgal etmek suretiyle millete büyük bir
suikast misali vermiş oldular. Artık gayr-ı kabil-i tezelzül (sarsılmaz) bir
suretle kararımı vermiştim: Anadolu'ya gideceğim; derhal bütün salâhiyet ve
vesaitimle milleti hakikat-i halden (durumun hakikatinden) haberdar edeceğim. Ve
istiklâl-i milletimize (ulusumuzun bağımsızlığına) vurulmak istenen darbeye
karşı eshab-ı mukavemet (dayanma sebepleri) ve müdafaayı ihzara (hazırlamaya)
çalışacağım.
Erkânı Harbiye-i Umumiyede vicdanlarına emin
olduğum rüesaya (reislere) maksadımı anlattım ve icraatımın suubete (zorluğa)
uğratılmaması için mümkün olan muavenetlerini (yardımlarını) rica etim. Vapura
binmeden evvel Bâb-ı âliye uğradığım zaman Yunanlıların bu tecavüzün gaflet
içinde haber alan Heyet-i Vükelâ hâl-i içtimada (toplandı durumunda)
bulunuyordu. Benim vürudumdan (gelişimden) haberdar oldukları zaman
müzakerelerini tatil ederek bir kısmı yanıma geldi:
''Ne yapalım?'' dediler.
''Celâdet (yiğitlik) gösteriniz!''
dedim.
''Bunu burada nasıl yapabiliriz?''
diyenlerine:
''Burada yapabildiğiniz kadarını yaptıktan
sonra devam edebilmek için benim yanıma gelirsiniz.'' cevabını vererek
ayrıldım.
Samsun'a ayak bastıktan sonra derhal
memleket ve milleti yokladım, gördüm ki memleketin ve milletin temayülâtı,
istiklâl müdafaasında tereddüt edenleri hacil (utandıracak) mevkide
bırakabilecek bir mahiyet-i âliyededir (yüce niteliktedir). Filhakika iki
senedenberi bütün dünyanın şahit olduğu vekayi ve hâdisat düşüncelerimde isabet
ve milletin azim ve imanında hakikî selâbet (sağlamlık) olduğunu isbat etti.
Bundan dolayı elden müftehirim.''
(Hâkimiyet-i Milliye'den: 24 Nisan
1921)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder