''- Hayır efendim, düşünüyorum, size ne
söyleyebilirim! Çünkü, bakın bütün bu yığınlarla evrak hep o günlerin
hatıralarını ihtiva ediyor.''
Dedim ki:
- Paşa Hazretleri! Şüphesiz ki Çanakkale
Harbi bu memleketin çocuklarındaki fedakârlığı, vatan toprağını yabancıya
vermemek için bir saadete koşar gibi ölüme atıldığını göstermek itibarıyla
tarihimizde unutulmaz bir kahramanlık merhalesi vücuda getirmiştir. O
muharebelerin her gününe büyük bir faaliyetle iştirak ettiniz. Vaziyeti
tamamıyla biliyorsunuz... Kimbilir ne kadar çok hatıranız vardır. İşte müsaade
buyurursanız eğer, bugün zatıâlinizden onları dinlemek için geldim.''
Dedi ki:
''- Benim kanaatime göre düşman ihraç
teşebbüsünde bulunursa iki noktadan teşebbüs ederdi: Biri Seddülbahir, diğeri
Kocatepe civarı!.. Ve benim nokta-i nazarıma göre düşmanı karaya çıkartmadan bu
sahil parçalarını doğrudan doğruya müdafaa etmek mümkündür. Binaenaleyh
alaylarımı, böyle sahilden müdafaa edecek surette yerleştirdim. Bu vaziyet
takriben 1330... (1914).
... ... ... ...
İşte o günlerden birinde, on iki nisan
sabahı idi ki Arıburnu'nda bir hadise cereyan etmekte olduğu, işitilen gemi
toplarının sesinden anlaşılmıştı.
Bütün fırka kıtaatının (kıtalarının)
harekete hazırlık derecesi tezyit edildi (arttırıldı). Bir taraftan Maydos
Mıntıkası Kumandanlığı'ndan malumata intizar etmekte (beklemekte) idim, diğer
taraftan da ya kolordunun veya ordunun emrine... Yalnız fırkanın süvari bölüğüne
istihsali malûmat (bilgi edinmek) için Kocaçimen istikametine hareket etmesi
emrini verdim.
Öğleden evvel saat altı buçukta idi, Halil
Sami Bey'den vürut eden (gelen) bir raporla düşmanın Arıburnu sırtlarına çıktığı
anlaşılıyor ve buna karşı benden bir taburun mezkûr (adı geçen düşmana karşı
sevki isteniyordu. Gerek bu rapordan, Maltepe'de icra ettiğim hususî tarassudat
(gözetlemeler) neticesinde bende hâsıl olan kanaat-i kat'iyye (kesin kanaat),
ötedenberi imâl-i fikrettiğim (düşündüğüm) gibi, düşmanın Kabaktepe civarında
mühim kuvvetle çıkarma teşebbüsü, demek ki, vukubuluyordu. Binaenaleyh bu işin
içinden bir taburla çıkmanın mümkün olamayacağını, her halde evvelce tahmin
ettiğim gibi bütün fırkamla düşmana incizabın (yaklaşmanın) gayri kabiili
içtinap (kaçınılmaz) olduğunu takdir ediyordum.
Artık hiçbir şeye intizar etmeyerek
(beklemeyerek) karargâhımın bulunduğu Bigalı köyünde ikamet eden birinci piyade
alayı ile cebel bataryasnın derhal harekete geçmek üzere âmîde (hazır)
bulundurulmaları, kumandanlarının da emralmak üzere yanıma gelmelerini
bildirdim.
Basit bir tertiple Bigalı deresi boyunca
giden yol üzerinde alayı bizzat yürüyüşe geçirerek Kocaçimen tepesine tevcih
ettim (yönelttim). Bizzat yol bulmak ve müfrezeyi oradan sevketmek suretiyle
Kocaçimen tepesine muvasalat edildi (ulaşıldı). Orada denizde bulunan gemilerden
ve zırhlılardan başka hiçbir şey göremedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin
henüz oradan uzak olduğunu anladım. Etraf o müşkül araziyi bilâ tevakkuf
(durmakszın) kat'etmek (yürümek) yüzünüden yorulmuş ve yürüyüş umku (derinliği)
pek ziyade derinleşmişti. Ala ve batarya kumandanına efradı tamamen toplayıp
küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden mestur (örtülü) olarak on
dakika kadar tevakkuf edecekler (duracaklar), sonra beni takip edeceklerdi. Ben
de orada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi'nden Conkbayırı'na gidecektim.
Yanımda yaverim, emirzabitim ve sertabip ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka
cebel topçu taburu kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye teşebbüs
ettik, fakat arazi müsait değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak
Conkbayırı'na vardık.
Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en
enteresan bir sahnedir. Ve vak'anın en mühim ânı bence budur.''
Paşa tekrar bir sigara yakıyor ve birkaç
yaprak daha çevirdikten sonra, haritasını alıp şöyle izah ediyor:
Düşman bana benim askerimden daha
yakın
''- Bu esnada Conkbayırı'nın cenubundaki
(güneyindeki) 261 râkımlı tepeden sahilin tarassut (gözetlenen) ve teminine
memuren oralarda bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı'na doğru koşmakta,
kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu muhavereyi aynen okuyacağım! Bizzat bu efradın
önüne çıktım:
- Niçin kaçıyorsunuz! dedim.
- Efendim düşman! dediler.
- Nerede?
- İşte, diye 261 râkımlı tepeyi
gösterdiler.
Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261
râkımlı tepeye yaklaşmış ve kemali serbestiyle (tam bir serbestlikle) ileriye
doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on
dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman
bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim bulunduğum yere gelse
kuvvetlerim pek fena bir vaziyete duçar (düşmüş) olacaktı. O zaman artık bunu,
bilmiyorum, bir muhakeme-i mantıkiye (mantıkî muhakeme) midir, yoksa sevk-i
tabiî ile midir,
Kaçan efrada:
- Düşmandan kaçılmaz, dedim,
- Cephanemiz kalmadı, dediler,
- Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim. Ve
bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayarı'na
doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının
''marş marş''la benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitimi
geriye saldırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı.
Kazandığımız an bu andır.''
Bir koca muharebenin ufacık bir lâhzaya
bağlı olduğunu, hattâ bir memleketin hayatının fena kullanılmış bir an yüzünden
tehlikeye düşebileceğini, burada olduğu gibi iyi kullanılmış bir anın ise bir
muharebenin ve bir vatanın mukadderatını iyileştireceğini o dakikayı görür gibi
canlanmış bir ifade duymak insanın tüylerini ürpertiyordu!
Mustafa Kemal Paşa dedi ki:
''- Kolun başında bulunan bölük yetişti. Bu
bölüğe cephanesiz bölüğü takviye ederek ateş açmasını emrettim. Yanıma gelmiş
olan Alay 87 Tabur 2 kumandanı Yüzbaşı Ata Efendi'ye bütün taburlarıyla bu
bölüğü takviye ederek 261 râkımlı tepe üzerinden düşmana taarruz etmesini
emrettim. Cebel bataryasına Suyatağı'nda mevzi aldırarak düşman piyadesi üzerine
ateş açtırdım. Bundan sonra idi ki alay kumandanına bütün alayı ile benim tevcih
ettiğim istikametlerde düşmana tararuz etmesini emrettim.''
18 Nisan
''- Yirmi dört saatten beri devam eden
muharebe askerin pek ziyade yorgunluğunu mucip olmuştu. Onun için verdiğim bir
emirle taarruzu kestim. Fakat kazanılmış olan hattı, tahkim etmekten
(sağlamlaştırmaktan) orada mıhlanıp kalmaktan başka vatanı kurtaracak çare
yoktu. Binaenaleyh, lâzım gelen emri verdim.''
Kıymetli bir harp tarihi vesikası olmak
üzere bu emrin son sözlerini aldım. Diyor ki:
''Benimle beraber burada muharebe eden
bilcümle askerler kat'iyyen bilmelidir ki uhdemize tevdi edilen (omuzlarımıza
yüklenen) namus vazifesini tamamen ifa etmek içni bir adım geri gitmek yoktur.
Hâb-ü istirahat (uyku ve dinlenme) aramanın, bu istirahattan yalnız bizim değil,
bütün milletimizin ebediyyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize
hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen
denize dökmedikçe yorgunluk âsarı (emareleri) göstermeyeceklerine şüphe
yoktur.''
Çanakkale'yi kurtaran ruh
Paşa Çanakkale'deki kahramanlık sahnelerini
anlatmaya devam ediyor:
''- Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle
meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı vak'asını anlatmadan geçemeyeceğim.
Mütekabil (karşılıklı) siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm
muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen
düşüyor, ikinciler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayan-ı gıpta
(imrenilecek) bir itidal ve tevekkülle (kendini bırakma ile) biliyor musunuz?
Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur
(bezginlik) bile getirmiyor; sarsılmak yok! okumak bilenler ellerinde Kur'an-ı
Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek
yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik
bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek
ruhtur.''
Parçalanan saat kurtulan
kahraman
''- Ortalık açıldıktan sonra idi ki, düşman
hakikaten Conkbayırı'nı cehenneme çevirmişti. Denizden, karadan büyük çaplı
topların muhtelif cinste mermileri Conkbayırı semasında abitmez tükenmez
yıldırımlar vücude getiriyordu.''
Buraya kadar muhaveremizi, sâkin bir
vaziyette dinleyen yüzbaşı Cevat Bey, Paşa'nın yâveri, kalın, sertliği hoşa
giden bir sesle:
''- Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de
Paşa'nın göğsünü okşamıştı!'' dedi.
Nasıl? dedim.
''- Bulunduğumuz yer tamamen muhacimlerin
(hücum edenlerin) arası idi. Paşa da ilerleyen efradımızı seyrederken, göğsüne
bir şeyin gayet kuvvetle çarptığını duymuştu.''
''- Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun
yeri gördüm. Yanımda bulunan zabit (şimdi Kütahya Mebusu M. Nuri Bey):
''Efendim, vuruldunuz'' dedi. Ben böyle bir söz şuyu bulursa (yayılırsa)
askerlerimizin kuvve-i mâneviyesi üzerinde yapacağı tesiri düşündüm. Elimle
zabitin ağzını kapadım.
''Sus'' dedim.
Cevat Bey devamla:
''- Bir şaranel misketi göğsünün sağ
tarafına tam saatinin bulunduğu cebe isabet etmişti. Saat parça parça oldu.
Fakat o darbe Paşa'nın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan başka ileri
geçememiştir'' dedi.
- Pekiyi, siz bu yaranızla uğraştığınız
esnada askerleriniz ne yapıyordu? Hücuma devam ediyor mu idi?
''- Tabii. O kahramanlar, başlarında fedakâr
zabitleri olduğu halde gayr-i kabil-i tevkif (durdurulamaz) savletleriyle
(saldırışlarıyla) ilk düşman hattını bire kadar boğdular. Bundan başka önlerine
tesadüf eden, imdada gelen bütün düşman kıtalarını perişan ettiler. Hattâ bizim
münferit aksamımız (kısımlarımız) boş buldukları istikametlerden denize kadar
gitmişlerdir.''
RUŞEN EŞREF
(Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile
Mülâkat'tan: İstanbul Matbaası, 1930).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder