İlk Hatıralar
''Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey,
mektebe girmek meselesine aittir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli
bir mücadele vardı. Annem, ilâhilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine
gitmemi istiyordu. Rüsumatta memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi
Efendi'nin mektebine devam etmeme ve yeni usul üzerine okumama
taraftardı.
Nihayet babam işi mâhirane bir surette
halletti: Evvelâmerasim-i mütâde (alışılmış tören) ile mahalle mektebine
başladım. Bu surette anmemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle
mektebinden çıktım. Şemsi Efendi'nin mektebine kaydedildim.
Az zaman sonra babam vefat etti. Annemle
beraber dayımın nezdine (yanına) yerleştik. Dayım köy hayatı geçiriyordu. Ben de
bu hayata karıştım. Bana vazifeler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca
vazife tarla bekçiliği idi. Kardeşimle beraber bakla tarlasının ortasındaki bir
kulübede oturduğumuz ve kargaları koğmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik
hayatının diğer işlerine de karışıyordum. Böylece biraz vakit geçince, annem
mektepsiz kaldığım için endişe etmeye başladı. Nihayet Selânik'te bulunan
teyzemin evine gitmeme ve mektebe devam etmeme karar verildi. Selânik'te Mülkiye
İdadisi'ne kaydoldum. Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün
sınıfımızda ders verirken diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca
beni yakaladı. Çok döğdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük validem zaten
mektepte okumama aleyhtardı. Beni derhal mektepten çıkardı.
İlk Emrivaki
Komşumuzda binbaşı Kadri Bey isminde bir zat
oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî rüştiyesine devam ediyor ve mektep elbisesi
giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle elbise giymeğe hevesleniyordum. Sonra
sokaklarda zabitler görüyordum. Bu dereceye vâsıl olmak için tâkip edilmesi
lâzım gelen yolun, askerî rüştiyesine girmek olduğunu anlıyordum.
O sırada annem Selânik'e gelmişti. Askerî
rüştiyesine girmek istediğimi söyledim. Valide askerlikten mütehâşi idi
(ürkmüştü). Asker olmama şiddetle mümanaat ediyordu (karşı koyuyordu). Kabul
imtihanı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî rüştiyesine giderek imtihan
verdim. Böylece valideye karşı bir emrivâki ihdas edilmiş oldu.
Rüştiyede en çok riyaziyeye merak sardırdım.
Az zamanda bize bu dersi veren hoca kadar, belki de daha ziyade malûmat sahibi
oldum. Derslerin fevkinde meselerle iştigal ediyordum. Tahriri sualler
yazıyordum. Riyaziye muallimi de tahriren cevap veriyordu.
Mustafa Kemal İsminin Menşei
Hocamın ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi
ki: ''Oğlum, senin de ismin Mustafa, benim de... Bu böyle olmayacak. Arada, bir
fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun...'' O zamandan beri ismim
filhakika Mustafa Kemal kaldı.
Hoca sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci
tanımıyordu. Bir gün bize: ''Aranızda kendine kimler güveniyorsa kalksınlar,
onları müzakereci yapacağım'' dedi. Evvelâ tereddüt ettim. Ayağa öyleleri kalktı
ki ben kalkmamayı tercih ettim. Bunlardan birinin müzakeresi altına girdim.
Müzakerenin sonunda tahammülüm son dereceye geldi. Ayağa kalkarak: ''Ben bundan
iyi yaparım'' dedim. Bunun üzerine hoca beni müzakereci yaptı, eski müzakereciyi
benim müzakerem altına verdi.
Askerî rüştiyesini ikmal ettiğim zaman merakım
epeyce ileri gitmişti. Manastır askerî idadisinde riyaziye (matematik) pek kolay
geldi. Bununla meşgul olmağa devam ettim. Fakat Fransızcada geri idim. Muallim
benimle çok meşgul olmuyor, acı ihtarlarda bulunuyordu. Bu ihtarlar benim pek
gücüme gitti. İlk sıla zamanında çare aradım. İki, üç ay gizlice Frerler
mektebinin hususî sınıfına devam ettim. Böylece mektep derslerine nisbetle fazla
derecede Fransızca öğrendim.
Edebiyat Merakı
O zamana kadar edebiyatla çok temasım yoktu.
Merhum Ömer Naci Bursa idadisinden koğulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman
şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini
beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir
ve edebiyat diye bir şey olduğuna o zaman muttali oldum (öğrendim). Ona
çalışmağa başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni
gelen bir zat, beni şiirle iştigalden menetti. ''Bu tarz işgal seni asker
olmaktan uzaklaştırır'' dedi. Maahaza güzel yazmak hevesi bende baki
kaldı.
İdadide iken muannidane (inatla) bir surette
çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir gayret
vardı. Nihayet idadiyi bitirdim. Harbiyeye geçtim. Burada da riyaziye merakı
devam ediyordu. Birinci sınıfta saf, gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri
ihmal ettim. Senenin nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler
kesilince kitaplara sarıldım.
İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik
derslerine merak sardırdım. Şiir yazmak hakkında idadi hocasının vazettiği
memnuiyeti unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi baki idi.
Teneffüs zamanlarında kitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor,
''bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim.'' diye müsabaka ve
münakaşalar tertipliyorduk.
Siyasî İştigaller ve Yeni
Fikirler
Harbiye senelerinde siyaset fikirleri
başgösterdi. Vaziyet hakkında henüz nâfiz (içe işliyen) bir nazar hâsıl
edemiyorduk. Sultan Hamit devri idi. Namık Kemal Bey'in kitaplarını okuyorduk.
Tâkibat sıkı idi. Ekseriyetle ancak koğuşta, yattıktan sonra okumak imkânını
buluyorduk. Bu gibi vatanpervarane eserleri okuyanlara karşı takibat yapılması,
işlerin içinde bir berbatlık bulunduğunu ihsas ediyordu (sezdiriyordu). Fakat
bunun mahiyeti gözlerimiz önünde tamamıyla tebellür etmiyordu
(belirmiyordu.)
Erkân-ı harp sınıflarına geçtik. Mutad olan
derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak bende ve bazı
arkadaşlarda yeni fikirler peyda oldu.
Memleketin idaresinde ve siyasetinde
fenalıklar oldğunu keşfetmeye başladık.
Mektepte Çıkarılan Gazete
Binlerce kişiden ibaret olan Harbiye
talebesine bu keşfimizi anlatmak hevesine düştük. Mektep talebesi arasında
okunmak üzere mektepte el yazısiyle gazete tesis ettik.
Sınıf dahilinde ufak teşkilâtımız vardı. Ben
heyet-i idareye dahildim. Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben
yazıyordum.
O zaman Mekâtip (okullar) Müfettişi İsmail
Paşa vardı. Bu harekâtımızı keşfetmiş. Tâkip ettiriyormuş. Mektebin Müdürü Rıza
Paşa isminde bir zattı. Bu zat Padişah nezdinde İsmail Paşa tarafından tahtie
edilmiş (hatalı görülmüş) ''Mektepte böyle talebe var. Ya farkında olmuyor, ya
müsamaha ediyor.'' denilmiş. Rıza Paşa mevkiini muhafaza için inkâr
etmiş.
Bir gün, gazetenin icap eden yazılarından
birini yazmakla meşguldük. Baytar dershanelerinden birine girmiş, kapıyı
kapatmıştık. Kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa'ya haber
vermişler. Sınıfı bastı. Yazılar masa üstünde ve ön tarafta duruyordu.
Görmemezliğe geldi. Ancak dersten başka şeylerle iştigal vesilesiyle tevkifimizi
emretti. Çıkarken: ''Yalnız izinsizle iktifa olunabilir'' dedi. Sonra hiçbir
ceza tatbikına lüzum olmadıını söylemiş. Böyle hareket etmesinde, kendine
atfedilen kusuru meydana çıkarmamak gayretinin dahli olmakla berabre hüsn-i
niyeti de inkâr edilemezdi.
Eskân-ı Harbiye sınıflarının nihayetine kadar
bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak mektepten çıktıktan sonra İstanbul'da
geçireceğimiz müddet zarfında bu işlerle daha iyi iştigal için bir arkadaş
namına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin
hepsi tâkip olunuyor ve biliniyordu.
Aramıza Giren Hafiye
Bu sırada Fethi Bey namında eski arkadaşlardan
zabit iken askerlikten terdolunmuş bir zat karşımıza çıktı. Kendisinin sefalet-i
halinden (yoksul durumundan) muavenete (yardıma) muhtaç olduğundan, yatacak yeri
bulunmadığından bahisle bize iltica etti( sığındı). Biz de bu zatı
malikolduğumuz apartmanda yatırmaya ve muavenet (yardım) etmeye karar verdik.
İki gün sonra kendisinin talebi üzerine bir yerde mülâki olacaktık. Gittiğim
zaman yanında mâbeyne mensup bir de yâver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı
Bey namında bir zat vardı, derhal götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tevkif
ettiler. Fethi Bey meğer İsmail Paşa'nın hafiyesi imiş, bir müddet münferit
surette mahpus kaldım. Sonra mâbeyne götürdüler. İsticvap edildim (sorguya
çekildim). İsmail Paşa, başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu.
İsticvaptan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilât yaptığımızdan,
apartmanda çalıştığımızdan, hulâsa bütün bu işlerden dolayı maznun bulunuyorduk.
Daha evvelki arkadaşlar itiraflarda bulunmuşlar. Birkaç ay böyle mevkuf
tutulduktan sonra bıraktılar.
Askerî Hayatımın Başlangıcı
Birkaç gün sonra Erkân-ı Harbiye Dairesine
tekmil erkân-ı harp arkadaşları çağırdılar. Mütesaviyen (eşit olarak) Edirne ve
Selânik'e, yani o zamanki ikinci ve üçüncü ordulara gönderilmemiz mukarrerdi.
Kur'a çekileceğini, fakat beynimizde (aramızda) anlaşırsak kur'aya lüzum
kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk.
Filhakika ufak bir anlaşma neticesinde ikinci ve üçüncü ordulara gidecekleri
ayırdık. Bu tarz hareketi aramızda teşkilât bulunduğuna delil diye telâkki
ettiler. Beni Suriye'ye nefyettiler (sürgün ettiler). Şam'da bir süvari
kıt'asında staj yapmaya memur olunmuştum. O sıralarda Dürzîlerle bir takım
meseleler vardı. Dürzîler üzerine kıtaat sevkolunuyordu. Ben de bu meyanda
gittim. Dört ay orada kaldım.
Hürriyet Cemiyetinin Tesisi
''Hürriyet Cemiyeti'' namında bir cemiyet
vücude getirdik. Bunu tevsi (genişletmek) için aldığımız tedbirler meyanında
benim muhtelif sünufu askeriyede (askeri sınıflarda) staj yapmak bahanesiyle
Beyrut, Yafa ve Kudüs'e gitmem vardı.
Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım
yerlerde teşkilât yapıldı. Yafa'da, daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilât daha
kuvvetli oldu. Fakat Suriye'de arzu ettiğimiz derecede işi taazzuv ettirmek
(oldurmak) gayri mümkün görünüyordu. Bende işin Makedonya'da daha sert gideceği
kanaati vardı. Oraya gitmek için çare düşünmekte idim.
Nefye (sürgüne) dair hakkımda çıkan iradede
''vesait-i sehile ile memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi'' kaydı
vardı. Bu itibarla Makedonya'ya gitmek müşküldü. O esnada bir yanlışlık mahsulü
olduğuna şüphe olmayan bir mezuniyet tezkeresi elimize geçti. Buna yanlışlık
denebilir. Fakat bu yanlışkı şurada burada çalışan komite erkânının netice-i
mesaisi (çalışmalarının sonucu) olarak icat edilmişti.
Bu tezkereye nazaran mezunen İzmir'e
gidebilecektim. İşin içinde bir yanlışlık olduğunun meydana çıkacağını takdir
ediyordum. Fakat o esnada Selânik'te topçu müfettişi bulunan Şükrü Paşa'nın
gayet vatanperver bir zat olduğunu hikâye ediyorlardı. Kendisine bir mektup
yazdım. Kendimi ve maksadımı az çok açıkça anlattım. Bu maksatların seri surette
yapılması Makedonya'ya gitmeme mütevakkıftı (bağlı idi). Kendi evsafı hakkında
duyduğum şeyler doğru ise delâlet (yardım) etmesini rica ettim. Doğrudan doğruya
cevap vermedi. Fakat ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selânik'e gidersem
işi temin edeceğini bilvasıta bildirdi. Tezkereyi cebimize koyduk. Makedonya'ya
gitmek üzere hareket ettim. Fakat hareketi müteakıp meselenin meydana çıkması
ihtimaline karşı izimi kaybettirmek için evvelâ Mısır'a, sonra Yunanistan'a
gitim. Şayet bir malûmat olursa oralardan geçerken Yafa'da bildireceklerdi.
Hiçbir şey yazmadılar. Mütenekkiren (kılık değiştirerek) Selanik'e girdim. Bir
gece Şükrü Paşa'yı gördüm. Benimle temastan tevahhus ediyordu (ürküyordu). Ben
ciddî bir nokta-i istinat (dayanma noktası) bulmaksızın dört ay kadar Selânik'te
kaldım. Bu esnada mektep müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev
Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara maksatlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyeti'nin
bir şubesini tesis ettim.
Makedonya'ya Resmen Nakil
Selânik'te bulunduğumu İstanbul haber alarak,
takibata başladı. Oradan tekrar mütenekkiren (kılık değiştirerek) Yafa'ya
geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi derhal hududa memur ettim.
Arandığım zaman hudut üzerinde isbat-ı vücut ettim.
Cem'an (Toplam) iki buçuk, üç sene Suriye'de
kalmıştım. Bu müddet zarfında her şey unutulmuştu. Makedonya'ya nakil için
resmen müracaat ettim. Maksadıma nihayet vâsıl oldum.
Selânik'e geldiğimde bizim Hürriyet
Cemiyeti'nin ''Terakki ve İttihat'' namını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey,
Paris'ten Selânik'e gelmiş. ''Terakki ve İttihat Cemiyeti'nin tarihte yeri var.
O nam altında çalışırsa daha iyi tesir eder'' diye arkadaşları ikna etmiş.
Cemiyet o nam altında çalışmakta devam etti. Resmi memuriyetim, maiyet müşürü
erkân-ı harbiyesinde idi. Ben bu vaziyette iken 1324 (1908) senesi geldi ve
Meşrutiyet ilan olundu.
Meşrutiyet'ten sonra
Meşrutiyet'ten sonra bütün eşhas (şahıslar)
meydana çıktı. O zamana kadar saf ve nezih (temiz) çalışıyorduk. Ben herkesi
öyle biliyordum. Şahsi nümayişleri çirkin buldum.
Bazı arkadaşların harekâtını şayan-ı tenkid
gördüm. Tenkidden içtinap etmedim (çekinmedim).
Bu fenalıkları bertaraf etmek için ilk
düşündüğüm tedbir ordunun siyasetten çekilmesi nazariyesi idi. Bunu diğer
arkadaşlar caiz görmüyorlardı. Nihayet 31 Mart Vak'ası oldu. Bu vak'a üzerine
Makedonya'dan giden kıtaatın ve ilk devirde Edirne'den bunlara iltihak eden
kuvvetlerin erkân-ı harbiye reisi olarak İstanbul'a gittim. Bidayette kumandan
Hüsnü Paşa idi. ''Hareket Ordusu'' ismini ben buldum. O zaman bunun manasını
kimse anlamamıştı. Mesele şundan ibaretti: İstanbul'a hitaben bir beyanname
yazmak lazım geldi. Bunu ben yazdım. Sonra sefirlere hitaben ikinci bir
beyanname yazdık. Buna ne imza konulması münasip olduğunu düşündük. Bazı
arkadaşlar ''Hürriyet Ordusu'' dediler. Halbuki bütün ordu hürriyet ordusu
vaziyetinde idi.
Hareket halinde bulunan kuvvetlerin vaziyetini
göstermek için ''hürriyet ordusunun operasyon kuvvetleri'' denildi. Ben bu
''operasyon'' kelimesinin Türkçeye tercümesini düşünerek ''Hareket Ordusu''
tâbirini kullandım.
31 Mart'tan sonra
31 Mart meselesi halledilince tekrar Selânik'e
döndüm. Ordunun cemiyetten ayrılması ve siyasetle iştigal etmemesi nokta-i
nazarını bu defa daha kuvvetle ileri sürmeye başladım.
İlan-ı meşrutiyetten (meşrutiyetin ilanından)
sonra teşkilât yapmak için Trablusgarp'a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat
ve Terakki Kongresi'ne murahhas (delege) intihap olunuyor, fakat gitmiyorduk.
Bir defa yalnız bu maksadı anlatmak için gittim. Maksadımı kabul ettirdim. Fakat
muvaffakiyet yalnız kongrenin nazari kararında kaldı. Tatbik edilmedi. İttihat
ve Terakki'nin bazı eşhası (kişileri) ile aramızda Meşrutiyet'ten sonra başlayan
ihtilâf-ı efkâr (fikir ayrılığı) nihayet derecede şiddetlendi ve tamam bu ana
kadar devam etti.
Bundan sonra yeni ordu teşkilâtı yapıldı.
İzzet Paşa Erkân-ı Harbiye Reisi idi. Ben bu teşkilâtta Selânik kolordusu
Erkân-ı Harbiyesi'ne küçük rütbede bir zabit sıfatıyla dahil oldum. Henüz
kolağası rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesi ile uğraşıyordum. Bu
itibarla şifahi ve tahriri pek çok tenkitler yapmak mecburiyeti hâsıl oluyordu.
Bun tenkidat bilhassa eski kumandanları rencide ediyordu. Bunun, benim
ameliyattan ziyade nazariyatçı olduğumdan ileri geldiğine zahip olarak
(kapılarak) mücazat (cezalandırma) kabilinden 38'inci piyade alayına kumandan
yaptılar. Bu tâyin gazap yüzünden rahmet oldu. Alay Kumandanlığı'nı ifa ettiğim
sırada, Selânik'te bulunan tekmil garnizon kıtaatı, alayın tatbikatına
kendiliklerinden iştirâke başladılar. Verilen konferanslara diğer zabitlerin
iştirâki görüldü. O zaman Selânik'te bu faaliyetten şüphelendiler. Beni Mahmut
Şevket Paşa marifetiyle İstanbul'a çağırdılar. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye'de bir
vazifeye tâyin ettiler.
Selânik'te bulunduğum sırada Arnavutluk
harekatıyla meşgul olmuştum. Evvela Şevket Turgut Paşa memur iken Mahmut Şevket
Paşa bizzat Arnavutluk harekâtını ele almıştır. Beni de erkân-ı harbiye reisi
diye beraber götürdü.
Trablus ve Balkan harpleri
İstanbul'a çağırıldığım sırada İtalyanlar
Trablusgarp'a hücum ettiler. Ben de tebdil-i nam (ad değiştirme) ve kıyafet
ederek bazı arkadaşlarla beraber Mısır'a oradan Bingazi taraflarına gittim. Bir
sene kadar devam eden harp esnasında Bingazi Kuvvetleri Kumandanlığı'nda
bulundum.
Asıl memlekette de Balkan Harbi başlamıştı.
Bulgar ordusu Çatalca hattına ve Bolayır'ın şimâline (kuzeyine) geldiği bir
sırada İstanbul'a avdet ettim (döndüm).
Umumî harp
Bu senenin nihayetinde Harb-i Umumî ilan
olundu. Vâki olan müracaat ve talebim üzerine Tekirdağı'nda henüz teşkil edilen
19'uncu fırkaya kumandan oldum. Arıburnu'nda, Anafarta'da bulundum. İngilizler
çekilip gittikten sonra bir ay Edirne'de 16'ncı Kolordu ile kaldım. Sonra
Kolordu Kumandanı olarak Diyarbakır ve havalisine gittim. Orada yaptığımız mühim
muharebelerden biri, Bitlis ve Muş'un Ruslardan istirdadıdır
(kurtarılmasıdır).
Harbin son safhasında
Harbin son safhasında bazı fikirlerim kabul
edilmeyince kumandayı da red ile İstanbul'a döndüm.
O sıralarda idi. Veliahd ile birlikte Alman
Karargâh-ı Umumîsi'ne gittik ve Alman garp cephesinin bazı aksamını gördük. Bu
müşahedatımdan (gözlemimden) Hindenburg ve Ludendord ile mülâkatlarımdan sona
mutalebat-ı sâbıkamdaki (eski isteklerimdeki) isabete daha ziyade kani
oldum.
O zaman hâsıl ettiğim son kanaat, Harb-i
Umumi'ye dahil olunduğu ilk anda söylemiş olduğum fikrin aynı olarak tecelli
etti (meydana çıktı).
Bu seyahatten hasta olarak İstanbul'a geldim.
İstanbul'da bir iki ay tedavi gördükten sonra tedavi maksadıyla Viyana'ya
gittim. Orada sanatoryomda bir ay yattım. Bir müddet de Karlsbat'da
kaldım.
Diğer taraftan Sina cephesinde, benim vaktiyle
raporlarda tafsil ettiğim (iyice açıkladığım) fecayi aynen vâki oldu.
Bunun üzerine Falkenhayn Almanya'ya çağırıldı.
Yerine Liman Von Sanders memur edildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin
yanında huzura çağrıldım. Maksadın beni tekrar yedinci orduya göndermek olduğunu
öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek arzusunu izhar ettim
(belirttim). İlk şekl-i davette ısrar gösterildi ve bana, yedinci orduya
kumandan tayin edildiğimden bahisle nev'ama (sadece) ifa edeceğim hidemata
(hizmetlere) dair talimat verildi. Bu talimat, bana tevdi edilen (verilen),
vazife ve salâhiyetle gayr-i kaabil-i icra (yapılamaz) idi. Ancak bunu anlatmaya
da imkân yoktu. Binnetice vaktiyle istifa etmiş olduğum 7. Ordu Kumandanlığı'na
tekrar başlamak üzere Nablus'a gittim.
Mütarekeden sonra
Aynı sıralarda mütareke imza edilmişti. Daha
Halep'te iken, derhal kabineyi tebdil etmek (değiştirmek) ve yerine isimlerini
sarahaten (açıkça) söylediğim zevattan (kişilerden) mürekkep bir kabine geçirmek
lüzumunu ve aynı zamanda benim İstanbul'a celbim faydalı olacağını açıktan açığa
İstanbul'a bildirmiştim. Vâkıa kabine tebeddil etti, fakat benim İstanbul'a
celbime lüzum görülmedi. Nihayet bu kabine de düştükten sonra İstanbul'a
gittim.
İstanbul'a muvasalatımda (varışımda) benim
nazarımda vaziyet şu idi: Meclis-i Meb'usan nasıl hareket etmek lazım
geleceğinde mütereddit (kararsız) bulunuyordu.
Yeni sukut etmiş (düşmüş) zevatla ve
mes'uslarla ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her ciheti tatmin ederek
müdafaa-i memleket için kuvvetli bir vaziyet ihdas olunabileceği merkezinde idi.
Fakat bu düşünce üzerinde lüzumu kadar çalışmaya vakit kalmadan Meclis'in
feshine şahit olduk.
İstanbul erbabı hamiyetince (hamiyetli
kimselerinden) muhtelif namlar altında programlar ve fırkalar teşkil olunmak
suretiyle çare-i halâs (kurtuluş yolu) aranmakta idi. Bunların her birini ayrı
ayrı tetkik ettim. Hiçbiri bir kuvve-i teyidiyeye (inandırıcı kuvvete) istinat
etmiyordu (dayanmıyordu). Binaenaleyh hiçbiriyle teşrik-i mesâiden
(işbirliğinden) bir netice beklemedim. Kuvve-i teyidiyenin doğrudan doğruya
millet olacağı kanaati bende pek kuvvetli idi.
İstanbul'dan ayrılmak kararı
İstanbul'da cereyan eden ahvalden, yapılan
teşebbüslerden, bilhassa vaziyetin vahamet (ağırlık) ve fecaatinden milletin
haberi yoktu. İstanbul'da oturup milleti haberdar etmek imkânı da kalmamıştı.
Binaenaleyh yapılacak şeyin İstanbul'dan çıkıp milletin içine girmek ve orada
çalışmak olduğuna karar verdim. bunun suret-i icrasını (uygulama şeklini)
düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla müzakere ettiğim sırada idi ki hükümet beni ordu
müfettişi olarak Anadolu'ya göndermeyi teklif etti. Bu teklifi derhal
maalmemnuniye (sevinçle) kabul ettim ve tam Yunanlıların İzmir'e girdikleri gün
idi ki İstanbul'dan ayrıldım.
Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta muhtelif
namlar altında birtakım teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı nam
altında birleştirerek bütün milleti alâkadar etmek ve bütün orduyu da bu maksada
hâdim (hizmet eder) kılmak lâzımdı. Anadolu'ya girdiğim zaman, daha ordu
müfettişi sıfat ve salâhiyeti üzerimde iken, bu noktadan işe başladım ve bu
maksat az zamanda hâsıl oldu.
Takip ettiğim tarz-ı mesai (çalışma tarzı)
İstanbul'da malûm olunca beni İstanbul'a celbetmek istediler. Gitmedim.
Binnetice istifa ettim.
Bir ferd-i millet sıfatıyla Erzurum
Kongresi'ne iştirak ettim. Erzurum Kongresi'nde tespit edilen esasları bütün
memlekete teşmil (yayma) maksadıyla Sivas'ta da bir kongre akdolundu. Bu
kongrelerin tevlit ettiği Heyet-i Temsiliye namındaki heyetle kongrelerin
esasatını takip ettik.
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Meb'usanın (milletvekillerinin) tekrar
intihabı (seçimi) ve Meclis'in İstanbul'da küşadı (açılması) temin olunmuşsa da
Meclis'in duçar-ı tecavüz (saldırıya uğramış) olması üzerine Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ni vücude getirmeye teşebbüs olunmuş ve bu suretle 23 Nisan
tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda
mevcut olup mezkûr kanunun ruhunu ifade eden ve ilk projede zikrolunan
prensiplerin menşeine gelince, esasen ötedenberi Hâkimiyet-i Milliye'nin en iyi
temsili mümkün olacağına dair nazari olarak bazı tetkikat ve tetebbuat-ı
nazariyeden benim çıkarabildiğim netice şu idi: Hâkimiyet-i Milliye'nin
tamamıyla mütecelli olması (meydana çıkması), bunun sahib-i aslîsi (asıl sahibi)
olan bütün insanların bir araya gelip, bunu bilfiil istimal etmesiyle
(kullanmasıyla) mümkündür. Fakat bütün Türkiye ahalisinin toplanması suretiyle
bu maksadın teminine amelî bir çare olsa olsa bunların sahib-i salâhiyet
vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Hâkimiyet-i
Milliye'mizin bir zat veyahut eşhası mahdut (sınırlı) kabine gibi bir heyet
tarafından temsil edilmesi yüzünden memleketi ve milleti istibdattan
kurtaramadığımız vekayi-i tarihiye ile (tarihi olaylarla) müsbit (ispat edilmiş)
olduğundan herhalde bu hakkı temsili mümkün olduğu kadar çok insanlardan
mürekkep ve müddet-i vekâleti az bir heyette temsil ve tecelli ettirmek bence
yegâne çare idi. Memleket dahilinde ve millet içinde evvel ve âhır (sonra)
yapmış olduğum tetkikat ve tetebbuat (araştırma) da bana bu fikrin kaabiliyet-i
icraiyesinde (uygulamasında) büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanaatini
vermişti. Herhalde halkımızı idare ile yakından alâkadar etmek yani idareyi
doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir tarzı idareyi tesis etmek hem
Hâkimiyet-i Milliye'nin hakiki olarak temsili ve hem de bu sayede halkın
benliğini anlaması itibariyle elzem (çok lüzumlu) idi.
İşte bu düşüncelerin bu tetkiklerin ilhamı
olarak bu proje yapılmıştı.
Halkçılık teşkilâtı en ufak daireye kadar
teşmil edildiği takdirde muhassalanın (elde olunan sonuç) daha büyük ve feyznak
(feyizli) olacağına şüphe yoktur. Memleket ve milletin içinde bulunduğu
müşkülâtı ve hal-i harbi de (savaş durumunu da) düşünürsek Meclis'in muhassala-i
faaliyetini (çalışmalarının sonucunu) ve oradaki muvaffakiyetini takdir etmemek
mümkün değildir.
Misak-ı Milli ve ondan sonrası
Misak-ı Milli sulh akdetmek için en mâkul ve
asgari (en az) şeraitimizi (şartlarımızı) ihtiva eder bir programdır. Sulhe
vâsıl olmak için temerküz ettireceğimiz (toplayacağımız) esasatı ihtiva eder.
Fakat memleket ve milleti kurtarmak için sulh yapmak kâfi değildir. Milletin
halâs-ı hakikisi (gerçek kurtuluşu) için yapılacak mesai ondan sonra
başlayacaktır. Sulhtan sonraki mesaide muvaffak olabilmek milletin istiklâlinin
mahfuziyetine (korunmasına) vâbestedir (bağlıdır). Misak-ı Milli'nin hedefi onu
temindir. Memleket ve milletin âtisinden (geleceğinden) asıl emin olabilmesi,
bir defa halkçılık esasına istinat eden teşkilâtı idariyesinin bihakkın teşmiş
ve taazzuv ettirilmesi ve tatbik olunmasıyla beraber ahval-i iktisadiyemizin
(ekonomik durumumuzun) refah-ı millimizi (milli refahımızı) temin edecek tarzda
ıslah ve ihyasına (canlandırılmasına) vâbestedir (bağlıdır).
Bu hakayikı (gerçeği), akîde-i milliye
tanıyarak muhafaza edebilecek bir heyet-i içtimaiye olabilmemiz için de
maarifimizi tamamen amelî ve ihtiyacat-ı hakikiyemize (gerçek gereksinmemize)
muvafık bir program dairesinde ihya etmek lazımdır. Bu noktalarda muvaffakiyet
sayesinde memleket imar edilebilecek ve millet
zenginleştirilebilecektir.
Ufak bir program kadrosu söylemek lazım
gelirse: teşkilât baştan nihayete kadar halk teşkilâtı olacaktır. İdare-i
Umumiye'yi halkın eline vereceğiz. Bu Heyet-i İçtimaiye'de sahib-i hak olmak,
herkesin sahib-i sa'y (çalışma sahibi) olması esasına istinat edecektir
(dayanacaktır). Millet, sahib-i hak (hak sahibi) olmak için
çalışacaktır.
Islah olunacak şeyler, iktisadiyat ve
maariftir. Bu sayede memleket imar edilecek, millet refah sahibi
olacaktır.
Hiçbir millet ve memlekete karşı fikr-i
tecavüz (tecavüz fikri) beslemeyiz. Fakat muhafaza-i mevcudiyet ve istiklâl
için, bir de milletimizin bu dediğimiz sahada müsterihane ve kemal-i itminan
(tam bir güvenle) çalışarak müreffeh ve mesut olmasını temin için her vakit
memleket ve milletimizi müdafaaya kaadir (gücü yeter) bir orduya malikiyet de
nuhbe-i âmâlimizdir (emellerimizin en kutsalıdır).
Teşkilâtı idaremizde bütün bu esasların
mahfuziyeti tabiidir. Buna nazaran hükümet doğrudan doğruya BMM'nin kendisidir.
Böyle umur-u idareyi (idari işleri) memlekette sahib-i icraat olan bir heyetin,
muhtelif fikir ve içtihatlar etrafında toplanmış partilerden ziyade müşterek
nukat-ı esasiyeye (esas noktalara) riayetkâr mümteziç (kaynaşmış) ve müstenit
bir heyet olması şayanı arzudur. Ancak içtimai esaslarımızın menbaı (kaynağı)
olan millette henüz hayat ve saadat-i hakikiyelerini kâfil (sağlayan) efkârı
umumiye şâmil bir surette gayri mütebariz (belirsiz) olduğundan, bundan istifade
ederek kendi fikir ve içtihatlarının isabetli iddiasında bulunacak bazı
insanlarıny ine bazı kimseleri kendi nokta-i nazarlarına raptetmesi (bağlaması)
ve binnetice parti haline teşekküller vücude gelmesi baîdül ihtimal (uzak
ihtimal) değildir.
Buna mukabil bazı hususi içtihatların
mevcudiyeti belki de müsademe-i efkâr (fikir çarpışması) için faydalı olabilir.
Fakat eskisi gibi millet ve memleketten memba ve nokta-i istinat (kaynak ve
dayanak noktası) almayan ve onun menafi-i hakikiyesiyle hiç münasebeti olmayacak
surette ya sırf nazari veya hissi ve şahsi programlar etrafında parti teşkiline
kalkışacak insanların millet tarafından hüsnü telâkkiye mazhar olacağını
zannetmiyorum.
Benim bütün tertibat ve icraatta düstür-u
hareket ittihaz ettiğim bir şey vardır. O da vücuda getirilen teşkilât ve
tesisatın şahısla değil, hakikatle kaabili idâme (sürekli) olduğudur.
Binaenaleyh herhangi bir program, filanın programı olarak değil, fakat ihtiyac-ı
millet ve memlekete cevap verecek efkârı (düşünceleri) ve tedabiri (tedbirleri)
ihtiva etmesi itibariyle haiz-i kıymet ve itibar olabilir.
Şahsi emeller istinatgâh
bulamaz
Misak-ı Milli dairesinde temin-i mevcudiyet
ettikten sonra gürültü çıkarıp fesatçılık edecek ve tevsii arazi fikrinde
bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur.
AHMET EMİN
(Vakit'ten, 10 Ocak 1922)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder