29 Ekim 2017 Pazar

''HAYAT KISADIR''

Mustafa Kemal, Sofya Ateşemiliteri iken Salih Bozak'a yazıp gönderdiği bir mektupta, bir Fransız şairinin hayat hakkındaki bir şiirini -şiirin
Fransızcasını da yazarak- tercüme etmiştir. Bunları Mustafa Kemal tercüme ederken "Bir Fransız şairi hayatı şöyle tavsif ediyor
(tanımlıyor):" diyor.
(1) Hayat kısadır
Biraz hayal
Biraz aşk
Ve sonra Allaha ısmarladık

(2) Hayat boştur
Biraz kin
Biraz ümit
Ve sonra Allaha ısmarladık

Bu şiirin Fransızcası şudur:.
( 1 ) La vie est bre ve
Un peu de reve
Un peu d' amour
Et puis bonjour.

(2) La vie est vaine
Un peu de haine
Un peu d' espoir
Et puis bon soir.

Ve Salih Bozok 'a tavsiye ediyor:
"Salih, bunları ezberle ve sen hayatı nasıl anladınsa ona göre bunlardan birini benimse!"
Salih BOZOK 1


1 - "iki Hatıra ve İki Mektup", Ulus Guettsl, 10 Sonteşrin 1939, s. 9; "Ata'dan Bir Hatıra", Vatan Gazetesi, Yı1:7, Sayı:l957, 10 Kasım
1946,s.5

ATATÜRK’ÜN AKILCILIK İLE İLGİLİ SÖZLERİ

Akıl ve mantığın halletmeyeceği mesele yoktur.

Bizim akıl, mantık, zeka ile hareket etmek belli özelliğimizdir. Bütün hayatımızı dolduran vak’alar bu hakikatin delilidirler.

Şuur; daima ileriye ve yeniliğe götürür, ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileriye ve yeniliğe uzun adımlarla yürümekte devam edecektir; şuura illet târi olmadıkça geri gitmek veya durmak hatıra bile gelemez.

Bu dünyada herşey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şeyi tasavvur edemiyorum.

Fikirler manasız, mantıksız, boş sözlerle dolu olursa, o fikirler hastalıklıdır. Aynı şekilde sosyal hayat akıl ve mantıktan uzak, faydasız, zararlı ve birtakım inançlar ve geleneklerle dolu olursa felce uğrar.

Fikirler zorlama ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez.

Büyük hadiseler, fikirlerde büyük inkılaplar yapar.

Bir heyeti içtimaiyenin mutlaka maşeri bir fikri vardır. Eğer bu her zaman ifade ve izhar edilemiyorsa, onun ademi mevcudiyetine hükmolunmamalıdır. O fiiliyatta behemehal mevcuttur, varlığımızı istiklalimizi kurtaran bütün ef’al ve harekat, milletin müşterek fikrinin, arzusunun, azminin yüksek tecellisi  eserinden başka bir şey değildir.

Fikir hazırlıkları, seferberlikte asker toplamak için olduğu gibi davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında gösterişsiz çalışmak, kendini silmek , karşısındakine samimi bir kanaat ilham etmek lazımdır.


Bütün ilerlemeler, insan fikrinin eseridir. Fikri harekete getirmek birinci işimiz olmalıdır. Bir kere millet benliğine hakim olsun ve düşünebilsin, yeter! Başlangıçta hatalı düşünse de, az zaman sonra bu hatayı düzeltebilir... Fikir bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş intizama girer ve düzelir. Fikrin serbest hareketi ise ancak ferdin düşündüğünü serbest olarak söylemek, yazmak ve verdiği karara göre her türlü teşebbüse girebilmek serbestisine sahip olmakla mümkündür.

ATATÜRK’TE AKILCI VE MATEMATİKSEL DÜŞÜNME

Akılcılığı, Batı’da bir felsefi akım olarak yerleştiren iki büyük düşünürün, R. Descartes (1596–1650) ve I . Kant (1724–1804)’ın aynı zamanda büyük matematikçiler olmaları gibi, Türkiye’de  akılcılık ve bilimsel düşünme çağını açan bir büyük insanın, Mustafa Kemal Atatürk’ün de matematikçi olması bir rastlantı değildir. Çünkü böyle bir akımın yerleştirilmesi başarısını, ancak onun temel niteliğini yetkin biçimde taşıyan bir insan gerçekleştirebilir. Bundan dolayı, seçkin akılcı bir kişinin , aynı zamanda seçkin bir matematikçi olması , başarısını olağanüstü kılabilir.

Akıl ve bilim kavramları, O’nun düşüncelerinde çoğu kez birlikte kullanılmış ve önemleri birlikte vurgulanmıştır. Bunu kesinlikle bilinçli olarak yapmıştır. Nitekim O, bir konuşmasında, “Benim manevi mirasım  bilim ve akıldır.”  demiştir.
Atatürk’ün düşüncelerinin yapısında, rasyonel düşünme, matematiksel düşünme, bilimsel düşünme çok belirgindir.


Atatürk bir konuyu, bir sorunu işlerken matematikçi mantığı ile değişik olasılıkları ve çözümleri irdeleyip değerlendirmiştir. O, kimi düşüncelerini açıklarken niceliksel terimleri yani matematiksel kavramları özellikle kullanmıştır. 

Matematiğin, ulusal eğitimimizdeki büyük önemini öncelikle vurgulamıştır. O’nu, özgün, kısa ve özlü  anlatımı, matematikçi mantığına dayanmaktadır. Çünkü matematiksel bir ifade de, hiçbir terim, rasgele biçimde yer alamaz, çıkarılamaz, değiştirilemez. Nitekim O’nun düşüncelerinde hiçbir sözcük, hiçbir cümle rasgele kullanılmamış, belirli bir mantıksal dizilim içinde bütünleşmiştir. O’nun hangi konuya ilişkin olursa olsun tanımları, tıpkı geometri tanımları gibi, sadece gerekli kavramları yeterli biçimde içermektedir.

ATATÜRK’ÜN AKILCILIĞA ÖNEM VERMESİ

Akılcılık, insanın aklı ile gerçekleri anlama yeteneğine inanmak anlamına gelir.
Atatürkçülük; kişilerin, kuruluşların, devletin kendi
fonksiyonlarını gerçekleştirmede akılcılığı, amaca ulaşmayı sağlayacak  araçlardan  başlıcası  olarak kabul eder.

Atatürkçülüğün en önemli özelliği, akılcı ve bilimci bir davranış ve zihniyeti yansıtmasıdır. Bunun anlamı ise milli, milletlerarası sorunlara duygusal ve dogmatik açıdan, peşin hüküm ve kalıplarla değil, akılcı, bilimci ve pragmatik bir yaklaşımla eğilmektir. Genel olarak bu yaklaşımlarda insanlığın karşılaştığın her türlü sorunlara çare bulmak için, durum ve şartlar her çareye başvurularak incelenip gözden geçirilir, gerçeklere ve ihtiyaçlara uygun tartışma ve muhakeme sonunda bir karara varılarak uygulamaya başlanır. Burada egemen olan unsurlar mantık ve akıldır.

Akılcılık, insanların doğru karara varması ve başarılı uygulamalar yapması için sağlam fikirlere sahip olmalarını ister. “Fikirler anlamsız, mantıksız, boş  sözlerle dolu olursa, o fikirler hastalıklıdır. Aynı şekilde sosyal hayat akıl ve mantıktan uzak, faydasız, zararlı ve birtakım inançlar ve geleneklerle dolu  olursa felce uğrar.” 

Ayrıca toplumu harekete geçiren bir liderin düşünceleri görüşleri bütün bireylerin yaşama ilkesine uygunsa, bütün bireylere mutluluk  sağlayacak nitelikteyse, onları aydınlatabilecek durumdaysa sürükleyici olur. 

Atatürkçülüğün gerçekleştirdiği bütün eserlerin temelinde sağlam düşünce , akıl ve hareket vardır. Atatürk “Akıl ve mantığın çözümleyemeyeceği mesele yoktur.” diyerek bunu vurgulamıştır. Atatürkçülük’ te “Bu dünyada herşey   insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şeyi düşünemiyorum.” ifadesi ile akılcılığın sorunları çözmede daima başarıyla uygulanabileceği ifade edilmektedir.

Atatürkçülüğe göre akılcılıkta “İnsanların hayatına, faaliyetine egemen olan kuvvet, yaratma ve icat yeteneğidir.” Bütün ilim adamları, sorunların tespit ve çözümlenmesine uğraşanlar, bütün fertler, bilimsel yöntemlerle inceleme yapanlar yaratıcı bir biçimde düşünmezlerse, gerçek, müsbet anlamda bilimsel  yöntemi kullanmamış olurlar. Dikkatli, her konuyu inceleyen, araştıran bilimsel araştırma ve problem çözme yöntemi akılcı  yöntemlerdir.

Atatürkçülük’te akılcılık, terbiye edilmiş insan zekası ile bilim ve teknoloji bir bütün olarak ele alır. Zekanın terbiyesi kültür ile mümkündür. Atatürk “Bizim  akıl, mantık, zeka ile hareket etmek en belirgin özelliğimizdir. Bütün hayatımızı dolduran olaylar bu gerçeğin delilidirler.” diyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin   meydana getirilmesinde yapılan her aşamada akılcılığın nasıl kullanıldığını dile getirmiştir.

Atatürk'çülükte akılcılık, insan ilişkilerinde ve faaliyetlerinde kullanılmaktadır. Atatürkçülük; akılcılığa, bilim ve teknolojiye dayanarak, Türk Devleti hayatını, eğitim sistemini, fikir hayatını, ekonomik hayatı ve bunların değerlerini, hedeflerini, toplumsal ve hukuksal yapısını, yönetim esaslarını tespit etmiştir. Bütün faaliyetlerin başlangıç noktası, konulara akılcı  bir  yoldan yaklaşmak  olmuştur. Atatürk eğitim müesseselerinde “Kitapların cansız teorileriyle karşı karşıya   gelen genç beyinler öğrendikleriyle memleketin gerçek durum ve çıkarları arasında ilişki kuramıyorlar. 

Yazarların ve teorisyenlerin tek taraflı dinleyicisi durumunda kalan Türkiye‘nin çocukları hayata atıldıkları zaman bu ilişkisizlik uyumsuzluk yüzünden tenkitçi, karamsar, milli şuur ve düzene uyumsuz kitleler meydana getirirler.” sözü ile fikri gelişmenin tesisinde de akılcılığın, gerçekçilik, yapıcılık ve maddi sonuçlar almak olduğunu açıklamıştır.

Atatürkçülükte akılcılık, güncel problemlerin çözümlenmesi için gayret sarfedilmesini, ileriye dönük, araştırmalar içinde bulunulmasını ve muhtemel  gelişmelere ait doğru yorumların yapılmasını da kapsamaktadır. Bu yönden ileri görüşlü, geleceğe yönelik, inkılapçı olmak Atatürk akılcılığının bir gereğidir. Bir milletin sağlıklı bir şekilde yaşaması ve refah seviyesini daima yükseltmesi o milleti oluşturan kişilerin akıl gücü ve akılcılığı kullanmaları ile doğrudan  ilişkilidir. 

Atatürkçülükte kişilerin bilgili kılınmasıyla milletin sağlamlığı gerçekleşir. “Kişiler düşünür olmadıkça, hangi haklara sahip olduğunu anlamadıkça, kitleler istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya kötü yöne yöneltilebilirler. Kendini kurtarabilmek için her kişinin geleceği ile bizzat ilgilenmesi lazımdır. 

Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese elbette sağlam olur. Şüphe yok, her  işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru  olmaktan ziyade, yukarıdan aşağı olması zorunluluğu vardır.” Atatürk’ün bu sözlerinde, ülkemizin bu güne kadar maruz kaldığı iç tehlikelerde bilinçsiz, inançsız kişilerin oynadığı rolü görmek mümkün olduğu kadar, ülkede birlik  ve bütünlüğün sağlanmasında ve iç tehlikelerin önlenmesinde güçlü, sağlam ve  akılcı bir devlet otoritesinin ne kadar gerekli olduğunu görmek mümkündür.

Akılcılık, faaliyetlerin düzenlenmesinde, sorunların tespit ve çözülmesinde kullanılan yöntemleri ve yöntemleri kullanan kişileri kapsamına alır. Bunlardan yalnız birinin akılcı olması sonuç olmaz. Akılcılıkta karara varmada kullanılan bilgiler ve yöntemler gerçeklere uymalı ve bilimsel olmalıdır.

Akılcılık, kişilere sorumluluklar verilmesini, vazifelerini yaptıklarından ve yapamadıklarından sorumlu olmalarını ve sorumluluktan korkmamalarını öngörür. Başarı için, vazifelilerin girişimlerde bulunmaları, bu girişimlerden korkmamaları, tek endişelerini yaptıkları icraatın isabetli olup olmadığı teşkil etmelidir. Akılcılık, kişilerin; çıkarlarından, bencil emellerinden sıyrılmış, aklında, kanında, vicdanında cevher olan, canlı ve alevli ideallere sahip olmalarını öngörür.

Atatürk, geleceğin Türkiye’sini ve onun Cumhuriyetini sağlam temellere oturtmak ve daima ileriye, yeniye ve güzele gidişini sağlamak için akıl ve mantık kuralları çerçevesinde hareket etmiş, bağnazlığa, yobazlığa, boş inançlara, diğer bir deyiş ile akıldışıcılığa karşı çıkarak, bugünkü çağdaş Türkiye’nin  kurulmasını ve  gelişmesini  sağlamıştır.


Sonuç olarak; Atatürk “Ben manevi miras olarak hiçbir âyet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver ( eksen ) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.” demek suretiyle ilme ve akla verdiği önemi bir kere daha vurgulamıştır.

ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ

Bu özelliğin apaçık bir belgesini, çoğunluğunu Türklerin teşkil ettiği bölgeler üzerinde kurmayı düşündüğü Türk Devleti ‘nde buluyoruz. Bu, aynı zamanda  O’nun, jeopolitik ve stratejik alanlarda da ne büyük bir güç olduğunu göstermektedir.

Atatürk, Birinci dünya Savaşının sonunu daha başından görebilmiştir. Bu nedenle de gelecekte Türk milletinin kaderi ile Türk topraklarının kurtuluşu için alınacak tedbirleri düşünmüştür. Suriye cephesinde Yedinci Ordu Kumandanıdır. Antep‘e gitmekte olan Ali Cenani Bey’e : “... Teşkilat yapın. Milli bir kuvvet meydana getirin. Kendinizi savunun. Ben istediğiniz silahı veririm” der . Aslında bütün bu neticeleri, daha 1917 yılında, Sadrazam Talat Paşa’ya ve Harbiye  Nazırı Enver Paşa’ya  ünlü raporu ile bildirmiştir.

Arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a da: “... Padişah artık kendi tahtını düşünecektir. Bundan sonra millet kendi hakkını kendi savunacaktır. Bizim ve ordunun ona yardım etmemiz, yol göstermemiz gerekir”  diyecektir.

31 Ekim günü Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığını Alman generalinden devralırken, Alman generalinin: “... Yenildik. Bizim  için her şey bitti.” ifadelerine karşı: “Savaş müttefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ama bizi ilgilendiren savaş, kendi İstiklalimizin Savaşı ancak şimdi başlıyor.” Cevabını verir.
Atatürk’ün derin ve uzak görüşlülüğünün bir güzel örneğini de  İkinci Dünya Savaşını  önceden bilmesinde görürüz. Adeta kehanete varan bir görüştür bu. Şöyle ki Atatürk, 1932 yılı Eylül’ünde ünlü Amerikan generali Mac Arthur ile bir görüşme yapar. Dünyanın, özellikle Avrupa Devletlerinin iyi yolda olmadıklarını, adeta bir savaşı çağırdıklarını sebepleriyle açıklar. 

İkinci Dünya Savaşının 1940–1945 yılları arasında cereyan edeceğini söyler. Avrupa ‘nın   kaderinin Almanya’nın elinde bulunduğuna işaret eder. Sonra da : “... Fransızlar  artık güçlü bir orduyu kurmak yeteneğinden yoksundurlar. İngilizler bundan böyle adalarının  savunmaları için  Fransızlara güvenemezler. İtalyanlar savaşın dışında kalabilecek olsalar, savaş sonrası barışta önemli bir rol oynayabilirler. 

Ama, Musollini’ nin ihtirası yüzünden bunu yapamayacaklardır. Böylece Almanlar, İngiltere ve Rusya dışında bütün Avrupa’yı işgal edeceklerdir.

Amerika’nın tarafsızlığını koruması mümkün olmayacaktır. Savaşa katılacaklardır. Bu katılma ile de Almanlar mağlup olacaklardır. Fakat savaşın asıl galibi, ne Amerika ne İngiltere olacaktır. Sovyet Rusya savaşın galibi olacaktır. Biz Türkler, bu tehlikeyi diğer bütün milletlerden çok daha iyi görmekteyiz. Çünkü yakın komşumuzdur. Çünkü, onlarla çok savaştık. Çünkü Batı’nın farkına varmadığı bir politika uygulamaktadır. Yalnız, Avrupa için değil, Asya için de büyük tehlikedirler.”

Gerçekten zamanı  bu derece şeffaf gören büyük Atatürk ‘ün, bu derecede uzağı görebilmesi onun olağanüstü bir insan olduğunu gösteriyor. Bu kadar derin ve uzun bir politik görüş sahibi, bugüne kadar cihana gelmiş midir ? Hiç  sanmıyorum.

Karl Jaspers’in açıkladığı gibi, “Durumun farkına varan insan, ona hakim olmaya başlamış sayılır. Ona cepheden bakan, şahsiyetini gerçekleştirmek için savaşa atılır ve iradesini ortaya koyar. Ben çağımın içinde bulunduğu manevi durumu tahlil sureti ile, insan olma irademi gerçekleştiririm.”

Atatürk’ün Alman filozofu Karl Jaspers’in açıklamalarının ışığı altında, Mondros Ateşkes Antlaşması sonucu karşılaştığı durum, varlığı objektif yorum ve aldığı karar, onda büyük bir insan olarak, iradesini gerçekleştirme fırsatını vermiştir.


Atatürk  gerçekçi yönü ile ve uzak görüşü ile Osmanlı Devletinin felakete yuvarlanışını gören, durum tesbiti ile değerlendiren ve sonuç olarak karar alan insandır. Bu nedenle Milli Mücadelenin şefi ve lideri olmak herşeyden önce O’nun kaderi  idi.

ATATÜRK’ÜN BİLGİ, BİLİM VE FEN İLE İLGİLİ SÖZLERİ

Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak aymazlık, bilgisizlik, doğru yoldan çıkmışlıktır. Yalnız bilimin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki evrelerinin gelişimini anlamak ve ilerlemelerini izlemek koşuldur. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki bilim ve fen dilinin çizdiği genel kuralları, şu kadar bin yıl önce bugün aynı biçimde uygulamaya kalkışmak, elbette bilim ve fennin içinde bulunmak değildir. (1924 ; S.D.  II )

"Ülkemizin en bayındır, en latif, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı yenen zaferin sırrı nerededir bilir misiniz? Orduların  yönetiminde, bilim ve fen ilkelerini kılavuz edinmektir. Ulusumuzu yetiştirmek için temel olan okullarımızın, yüksek okullarımızın kurulmasında aynı yolu izleyeceğiz".
"Evet; ulusumuzun siyasal, toplumsal yaşamında ulusumuzun düşünce bakımından eğitiminde de kılavuzumuz bilim ve fen olacaktır". (1922;  S.D. II ) 

"Ülkemiz içinde uygar düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin bir an yitirmeksizin yayılması ve gelişmesi gerektir. Bunun için bütün bilim ve fen adamlarının bu konuda çalışmayı bir namus borcu bilmesi gerekir.
Öğretmenlerimiz, ozanlarımız, edebiyatçılarımız ulusa bu felaket günlerini ve onun gerçek nedenlerini açık ve kesin olarak yazıp söyleyecekler, bu kara günlerin dönmemesi için dünya yüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanımak zorunda olduğumuzu anımsatacaktır". (1922 / M.E.D.B. )

"Gözlerimizi kapayıp , yalnız yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içine alıp dünya ile ilgilenmeksizin  yaşayamayız. Tersine gelişmiş, uygarlaşmış bir ulus olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız: bu yaşam ancak bilim ve fenle olur. bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için bağ ve koşul yoktur". (1922; S.D.  I )

ATATÜRK’ÜN İLİM VE TEKNOLOJİYE ÖNEM VERMESİ

Atatürk’ ün  temel  inanışlarından ve onun  düşünce sistemi olan Atatürkçülüğün  unsurlarından biride ; ilmin ve aklın  rehberliği altında sürekli çağdaşlaşmadır. Başka bir  terim ile ; her  çağın ilim ve teknolojisinin rehberliği ve getirdiği yeniliklerin ışığı altında toplumun  “çağdaşlaşma - modernleşmeyi”  sürdürmesidir.

Atatürk  bilim ve teknolojinin önemini ; “Dünyada  her  şey  için , medeniyet için, hayat  için , başarı  için en gerçek yol  gösterici ilimdir,fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, doğru yoldan sapmaktır.”   sözleri   ile vurgulanmıştır.

Türk  milletini  geri bırakan  sebep; Cumhuriyet  devrine  kadar gerçek anlamda bilim ve teknolojiyi  izleye bir dönemin yaşanmamış olmasıdır. Bu nedenle Türk  Milletinin medeni , çağdaş ve müreffeh  millet olarak varlığını yükseltmek dinamik idealini kendisine gösteren  Atatürk ; bu ideale  ulaşmakta , bilim ve teknolojinin önemini belirtmiş   “Bu millete gideceği yolu gösterirken ,dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından,ilerlemelerinden  istifade edelim demiştir.
Atatürkçülük’ te ; akılcılığın  temeli olan bilim ve teknoloji  her  alanda esas  alınmalıdır. Zira Atatürkçülük ,ilerlemenin temeli olan çağdaş bilim ve teknik esaslarının, her alanda rehber kabul edilmesini gerektirir. Bilim ve teknolojide ileri olmak , her türlü mücadelede başarılı olmanın başlıca koşuludur. Bu amaçla bütün faaliyetler  bilim ve teknoloji temeline oturtulmalı, bilim ve teknolojinin hudutları daima  genişletilmelidir.

Atatürk büyük Nutkunda Türkiye Cumhuriyeti’nin  kurulmasında temel prensip olarak  bilim ve tekniğin esas alındığını dile getirmiş ve ayrıca ; “Milletimizin siyasi,sosyal hayatında ,milletimizin fikri terbiyesinde  de rehberimiz ilim ve fen olacaktır.”  demek   sureti ile bilim ve teknolojinin  kullanılacağı diğer alanları  da göstermiştir.

Medeni   dünya hızla değişmekte ve gelişmektedir. Bu değişiklik ve gelişmelere  uymak gerekir. Uygarlık yolunda başarının gelişme ile mümkün olduğunu kabul eden  Atatürk ; “Hayat ve geçime egemen olan kuralların zaman   ile değişme , gelişme ve yenilenmesi zorunludur. Medeniyetin buluşlarının , tekniğin harikalarının dünyayı değişiklikten değişikliğe  uğrattığı  bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle , geçmişe bağlılık ile varlığın korunması  mümkün değildir.”  demiştir.


Atatürk’e göre , cehalet ve taassuptan uzak , ilme ve akılcılığa dayanan uygarlık yolu , toplumlar için zorunlu bir yoldur. Çünkü;  “Medeniyet  öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar ,yok eder.”  “Uygar olmayan insanlar ve toplumlar daima uygar olanların ayakları altında kalmaya mahkum olacaklardır. Oysa Atatürk, Türk Milletinin, karakter, çalışkanlık  , zeka , milli birlik özelliklerinin yanısıra   ilerleme ve medeniyet yolunda , yürümekte olduğunu  elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet  ilim”  olduğu için , Türk Milletinin  bu uygarlık yarışını kazanacağına inanmaktadır.

ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİ

Kişilik, kişiyi diğer kişilerden ayıran ruhsal ve bilinçsel özelliklerin tümüdür.

S. Freud’un Psikanalitik Kuramı’nın yapısal modelinde, ruhsal aygıt, ego psikolojisinin yapı taşıdır. Ruhsal aygıtı oluşturan üç bilinç alanından birisi Süperego (Üst Benlik)’tir. Süperego, ruhsal yaşamın, benlikçe algılanan ana-baba, toplumun törel ölçülerini ve değer yargılarından oluşur; vicdan, ahlak kurallarına uyma, insan sevgisi, millet sevgisi vb. kavramlar kişiliğin bu bölümünde bulunur. (1)          
“Millet sevgisi kadar büyük bir sevgi yoktur. İstiklal Harbi’nde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetlerim olmuştur zannederim. Fakat bunlardan hiç birini kendime maletmedim. Yapılanların hepsi milletin eseridir. Aranacak olursa doğrusu da budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için yapmamız lazım gelen şeylerin hepsini yaptığımızı ileri süremeyiz... İlmi araştırmalar da bunlar arasındadır. Benim arkadaşlara tavsiyem şudur : Şahsınız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliğiyle çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur. 1930. (2)          
“Millete efendilik yoktur. Hamilik vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.” 1 Aralık 1921.(3)          
Bu sözler sağlıklı gelişmiş, nitelikli bir Süperego’ya sahip bir insanın sözleri olabilir ancak. İnsanına, milletine olan sevgisini bu sözleri de açıkça ortaya  koymaktadır.
          
Alman düşünür Max Schler’e göre kişilikli insan bağımsızdır. Kendini bedeninden bile ayrı olarak algılar, çünkü kişilik hayat enerjisine uygun bulunan, salt bedenin dışında oluşan bir karşıtlığın gerçekleştiricisidir. (4)
          
O’nun kişisel olarak da toplumsal olarak da bağımsızlıktan bahsettiğini görüyoruz. Kişi olarak; karar almaktan korkmayan kendine oldukça güvenen bir kişiliğe de sahipti. Bağımsızlıkta kendisi ile Türk Milleti’ni birleştirdiğini kendisini toplumunun bağımsızlığına adadığını şu sözlerden de anlıyoruz:
          
“Efendiler, bütün cihanın bilmesi lazımdır ki; Türkiye Halkı, Türkiye  Büyük  Millet Meclisi ve onun hükümeti, uşak muamelesine tahammül edemez. Her medeni millet gibi varlığının hürriyet ve istiklalinin tanınması talebinde kat’iyen musirdir. Ve bütün davası da bundan ibarettir. Biz cenkcü değiliz; sulhperveriz.”19  Eylül 1921 (5)

“Hürriyet olmayan bir memlekette, ölüm ve izmihlal vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir” 1906 (6)          
Kendi bağımsızlık aşkı için ise şu sözleri bize yeterlidir:

“Benim çocukluğundan beri bir huyum vardır. Oturduğum evde ne ana ne kız kardeş ne de ahbapla birlikte bulunmaktan hoşlanmam. Yalnız ve bağımsız bulunmayı çocukluktan çıktığım zamandan beri hep yeğlemiş ve sürekli olarak hep öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim de daha var. Ne anamın (babam çok eskiden ölmüş) ne kardeş,  nede yakın akrabamın kendi görüş ve anlayışlarına göre bana şu veya bu öğütte bulunmalarına katlanamam. Aile içinde yaşayanlar pekala bilirler ki sağdan soldan içtenlikle yapılan pek arı uyarılardan kendilerini sakınamazlar. Bu durum karşısında iki türlü davranıştan birini seçmek zorunluluğu vardır; ya söz dinlemek ya da bu uyarı ve öğütleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. Söz dinlemek nasıl olur? Aramızda en azından yirmi, yirmibeş yaş bulunan anamızın uyarılarına göre davranmak geçmişe dönüş olmaz mı? Baş kaldırmak, erdemine, iyi niyetine, yüce kadınlığına inandığım anamın kalbini kırmak ve düşüncelerini altüst etmektir. Bunu da doğru bulmam (21 Mart 1936) (7)
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdedir. Ben, ulusumun ve en büyük atalarımın en değerli miraslarından olan  bağımsızlık  aşkı ile yaratılmış bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar aile, özel resmi yaşamımım her evresinde tanık olanlar bu aşkımı bilirler. Bence, bir ulusta şerefin, saygınlık, namus ve insanlığın var olabilmesini ve süre gitmesinin, o ulusun kesinlikle bağımsızlığını elinde bulundurmasıyla gerçekleşme olanağı vardır. Ben kendim bu saydığım niteliklere çok önem veririm; ve bu niteliklerin kendimde bulunduğunu ileri sürmek için, ulusumun da aynı nitelikleri olmasını başlıca koşul sayarım. Ben yaşayabilmek için kesinlikle, bağımsız bir milletin çocuğu kalmalıyım. Bu nedenle ulusal bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur. İnsanlığı oluşturun ulusların her biriyle uygarlık gereğinden olan ve ulus ve ülkenin yararlarının gerektirdiği dostluk ve siyaset ilişkilerine titizlikle değer veririm. Ancak benim ulusumu köle etmek isteyen herhangi bir ulusun, bu isteğinden vazgeçinceye kadar acımasız bir düşmanı kesilirim. 1921 (7)
A.Maslow ve C. Rogers’e göre insanın tek bir temel yönsemesi ve çabası vardır; o da kendini gerçekleştirmesi, idamesi ve etkileşimde bulunan bir varlık olarak bu gücünü arttırması demektir.
          
Kendini gerçekleştirmiş insan çalışkandır, üretkendir. O, ömrü boyunca çalışmış; bir ömre çok fazla iş ve başarı sığdırmıştır.

“Herkes kendisine isabet eden işten, memnun olmalıdır. Mesleği ne olursa olsun, bir faide tevlid edecek ve bir vazife görecektir".
İnsan vazifesini cesaret, cür’et, sadakat namuskarlıkla yapınca elinden geleni yapmış olur. Aynı zamanda bu vazifeyi, diğerlerine karşı hasetsiz yapmalıdır.

Yolunda yalnız olmayacaksın, orada aynı hedefi takib eden başkaları ile beraber yürüyeceksin bu hayat müsabakasında, diğerleri kaabiliyetleri itibari ile sizi geçebilirler. Bir muvaffakiyet elinizden kaçabilir. Bundan dolayı onlara kızmayınız. Elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize kızmayınız. Asıl önemli olan muvaffakiyet değil gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir.”(8)

“Hedef-i milli malum olmuştur. Ona isal edecek yolları bulmak müşkil değildir, mühim olan, çetin olan o yollar üzerinde çalışmaktır. Denebilir ki hiçbir şeye muhtaç değiliz. Yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak. Emraz-ı ictimaiyemizi tetkik edersek asıl olarak bundan başka, bundan mühim bir maraz keşfedemeyiz, maraz budur. O halde ilk işimiz bu marazı esaslı surette tedavi  etmektir. Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun netice-i tabiiyesi olan refah ve saadet yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.”(16 Ocak 1923)  (9)
Kendini gerçekleştirmiş insan sürekli yeniyi, kendisi ve çevresindekiler için iyiyi arar. Yaratıcı biçimde davranır. O, daha iyiye, refaha bilim ve teknikten başka bir yolla ulaşamayacağımızı biliyordu.

“Dünyada herşey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvafekiyet için en hakiki mürşid ilimdir, fendir ilmin ve fennin haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekamülünü idrak etmek ve terakkiyatını zamanla takib eylemek şarttır.” (22 Eylül 1925)
Kendini gerçekleştirmiş insan, çevresi için bir liderdir, önderdir. Atatürk, gelmiş en büyük liderler arasındadır. O, halktan aldığı desteği yine halkın kendisine yarar sağlayacak şekilde kullanmıştır. Kendisinin liderlik hakkındaki düşünceleri ise şunlardır:

“İnsanlar daima yüksek, necib ve mukaddes hedeflere yürümelidir. Bu tarzı harekettir ki, insan olanın vicdanını, dimağını ve bütün mefhum-i insanisini tatmin eder. Bu tarzda yürüyenler, ne kadar büyük fedakarlık yaparlarsa, yükselirler ve bu tarz-ı hareket mutlaka açık olur.

Çünkü nasiyesi açık, dimağı açık, kalb ve vicdanı açık insanlar tarafından idare olunabilen heyet-i ictimaiyeler ancak bu manada hareketlerin muakkibi olabilirler. Efkar, hissiyat ve teşebbis olanlar mutlaka ar ve hicabı mucib, akıl ve mantığın haricinde hareket edenler olabilirler. Bu gibi müteşebbislerin akıbeti evvel ve ahır hüsrandır.” (27 Haziran 1926)

Kendini gerçekleştirmiş insan görev ve sorumlulukların bilincindedir. O, görev ve sorumluluklarını üstün bir başarı ile yerine getirmiştir. Görev ve sorumluluk duygusuna dair düşünceleri ise şunlardır.

“Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken, acı olsa da hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır. Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur.”
“Yalnız söylediğim bir noktaya avdet ederken arkadaşlara rica edeceğim ki, vatandaşlara efkar-ı umumiyeye daima hakikati söylemek vazifemiz olsun.” (27 Ocak 1931)

“Hakikaten mes’uliyet yükü herşeyden, ölümden de ağırdır.”


Sonuç olarak; kendini gerçekleştirmiş bir kişi olarak Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk:

Gerçeğin bilinebilecek yönleri doğru olarak algılayıp, davranışlarını gerektiği şekilde değiştirmesini bilmiştir.

Yapabileceklerini ve yapamayacaklarını doğru olarak ayırtedip ona göre davranmasını bilmiştir.

Durumu iyi tespit edip, gerçeği olduğu gibi, nesnel, objektif, kişisel duygulardan uzak kabul edilmiştir.

Kendini, varolan tüm potansiyelleri ile iyi geliştirebilmiş ve değerlendirebilmiştir.

Başkalarının, yapabileceklerini, dünya görüşlerini iyi belirleyip; onlarla çalışırken, onlara görev ve sorumluluklar ayarlamasını iyi bilmiştir.

Yaşamı ertelemeden, anı yaşayarak, dolu dolu yaşayarak, fayda sağlamayı düşünerek, üretmeyi düşünerek yaşamdan zevk almasını bilmiştir.

Olayları ve durumları iyi değerlendirip kendiliğinden harekete geçebilmiştir. Bu yeteneğiyle olağanüstü başarılara imzasını atmıştır.

Hayatını pek çok döneminde karşılaştığı zorlukları, yaratıcı kişiliği sayesinde kendinin ve milletinin lehine çevirmesini bilmiştir.

İnsanına değer vermiş ve milletinin küçüklük algısına karşı çıkmıştır. Batıdan alınacak çok şey olduğunu düşünmüş ancak onlardan yalnızca bilim ve tekniğe ihtiyaç duyulduğuna inanmıştır.

Yeni durumlara çabuk uyum sağlıyabilmiştir. Bu yeteneğiyle de karşılaştığı sorunlardan başarıyla üstesinden gelebilmiştir.

KAYNAKLAR
1- KAPLAN, H. I.; SADOCK, J. B. ;GREBB, J.A.:Founder of Classıc Psychoanalysıs and School Derived from Psychoanalysıs and Psyhology. Synopsıs of Psychıtry, Behavıoral Sclences Clinical Psychiatry, Seven Edition, Ed:REDFORT, D.C.S.247-259,1994.
2- A. AFETİNAN : Atatürk’ten Yazdıklarım, Milli Eğitim Basımevi, S.201,1971.
3- Arı İNAN : Düşünceleri ile Atatürk, Türk Tarih Kurumu Basımevi, S.108,1991.
4- O. HANÇERLİOĞLU: Ruh Bilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, S.230,1993
5- A. İNAN : Düşünceleri ile Atatürk, Türk Tarih Kurumu Basımevi,S.186,1991.
6- age S.192.
7- E.Z. KARAL: Atatürk’ten Düşünceler, Çağdaş Yayınları, S.227,1991.
8- A.İNAN :age.S.163
9.  a.g.e. , s. 119.

28 Ekim 2017 Cumartesi

ATATÜRK’ÜN RÜTBE YÜKSELME TARİHLERİ


TEĞMEN  ( 1317-PİYADE.8 )            :  10 ŞUBAT 1902
ÜSTEĞMEN                                         :   1903
YÜZBAŞI (KURMAY)                          :  11 OCAK 1905
KOLAĞASI (KIDEMLİ YÜZBAŞI)      :  20 HAZİRAN 1907
BİNBAŞI                                               :  27 KASIM 1911
YARBAY                                               :  1 MART 1914
ALBAY                                                  :  1 HAZİRAN 1915
MİRLİVA (TÜMGENERAL)                 :  1 NİSAN 1916
ASKERLİKTEN İSTİFA                        :   8 TEMMUZ 1919 (ERZURUM KONGRESİ ÖNCESİ)
ASKERLİĞE GERİ DÖNÜŞ                  :  5 AĞUSTOS 1921 (BAŞKOMUTANLIK GÖREVİYLE)
MAREŞAL (MÜŞİR)                             :  19 EYLÜL 1921

ASKERİ GÖREVLERİ


  • 11 OCAK 1905         - KURMAY STAJI İÇİN 5 İNCİ  ORDU 30 UNCU SÜVARİ ALAYI’NA ATANDI.
  • 13 EKİM 1907          - SELANİKTEKİ 3 ÜNCÜ ORDU KARARGAHINA ,
  • 22 HAZİRAN 1908   - RUMELİ ŞARK DEMİRYOLLARI MÜFETTİŞLİĞİ’NE GETİRİLDİ
  • 13 OCAK 1909         - 3 ÜNCÜ ORDU REDİF,17 İNCİ SELANİK TÜMENİ KURMAYLIĞI’NA VE BU ARADA “HAREKET ORDUSU”NUN  BİRİNCİ KADEMESİNDE KURMAY BAŞKANLIĞINA,
  • 5  KASIM 1909       - 3 ÜNCÜ ORDU KARARGAHI’NA,
  • 6  EYLÜL 1910         - 3 ÜNCÜ ORDU SUBAY TALİMGAHI KOMUTANLIĞI’NA,
  • 1   KASIM 1910       - TEKRAR 3 ÜNCÜ ORDU KARARGAHINA,
  • 15 OCAK 1911         - 5 İNCİ KOLORDU KARARGAHI’NA,SONRADAN KIDEMLİ YÜZBAŞI RÜTBESİYLE 38 İNCİ PİYADE ALAY KOMUTANLIĞINA,
  • 13 EYLÜL 1911        - GENELKURMAY KARARGAHI’NA,
  • 1  OCAK 1912          - BİNGAZİ VE DERNE ŞARK GÖNÜLLÜLERİ KOMUTANLIĞI’NA,
  • 11 MART 1912        - DERNE KOMUTANLIĞI’NA,
  • 24 EKİM 1912          - İSTANBUL’A DÖNDÜ,
  • 21 KASIM 1912       - GENEL KARARGAH EMRİNE VERİLDİ.AKDENİZ BOĞAZI KUVVEİ MÜRETTEBE KOMUTANLIĞI HAREKAT ŞUBESİ MÜDÜRÜ, DAHA SONRA DA  BOLAYIR KOLORDUSU KAURMAY BAŞKANI,
  • 27 EKİM 1913          - SOFYA ASKERİ ATEŞESİ,
  • 11 OCAK 1914         - SOFYA GÖREVİNE EK OLARAK BELGRAD ATEŞEMİLİTERİ,
  • 20 OCAK 1915         - 19 UNCU TÜMEN KOMUTANI,
  • 28 TEMMUZ 1915     - 15 NCİ KOLORDU KOMUTANI,
  • 8  AĞUSTOS 1915    - ANAFARTALAR GRUP KOMUTANI,
  • 19 AĞUSTOS 1915   - ANAFARTALAR GRUP KOMUTANLIĞINA EK OLARAK 16 NCI KOLORDU KOMUTANI,
  • 27 OCAK 1916         - KARARGAHI EDİRNE’DE OLAN VE 25 KASIM 1916’DA DİYARBAKIR’A NAKLEDİLEN 16 NCI KOLORDU KOMUTANLIĞI,
  • 7  MART 1917          - 2 NCİ ORDU KOMUTANI,
  • 5  TEMMUZ 1917      - 7 NCİ ORDU KOMUTANI,
  • 9  EKİM 1917           - BECAYİŞEN 2 NCİ ORDU KOMUTANI,
  • 7  KASIM 1917        - GENEL KARARGAH EMRİNE,
  • 20 ARALIK 1917     - VELİAHTLA BİRLİKTE ALMANYA GEZİSİNE GİTTİ.
  • 7  AĞUSTOS 1918    - 7 NCİ ORDU KOMUTANI,
  • 31 EKİM 1918          - 7 NCİ ORDU KOMUTANLIĞI İLE BİRLİKTE YILDIRIM ORDULARI GRUP KOMUTANLIĞINA,
  • 7  KASIM 1918        - YILDIRIM ORDULARI GRUBU’NUN LAĞVEDİLMESİ ÜZERİNE HARBİYE NEZARETİ EMRİNE,
  • 30 NİSAN 1919        - ASKERİ VE MÜLKİ YETKİLERLE, 9 UNCU ORDU KITAATI MÜFETTİŞLİĞİNE ( 15 HAZİRAN 1919’DAN SONRAKİ ADI 3 ÜNCÜ )
  • 8  TEMMUZ 1919      - ERZURUM KONGRESİ ÖNCESİ ORDU MÜFETTİŞLİĞİNDEN VE ASKERLİK MESLEĞİNDEN İSTİFA ETTİ.
  • 5  AĞUSTOS 1921    - TBMM ORDULARI BAŞKOMUTANI ( BU GÖREVİ ÜÇER AYLIK SÜRELERLE UZATILARAK 29 EKİM 1923’E KADAR SÜRDÜRMÜŞTÜR. )
  • 30 HAZİRAN 1927  - ASKERLİKTEN EMEKLİYE AYRILDI.

MUSTAFA KEMAL'E SUİKAST TEŞEBBÜSLERİ

Gazi Mustafa Kemal, başından geçen suikast teşebbüslerini şöyle hikaye etti:"İttihat ve Terakki Cemiyetinin bazı müfritleri (aşırılan) bana üç defa suikast tertip ettiler. Müteşebbislerden birisi Abdülkadir'dir. Bu adam bir gece beni Selanik'te Beyazkule civarından takibe başlayarak tam evimin önüne kadar bana hissettirmeyerek geldi. Evin kapısına yanaştığım zaman, Islahhane mektebinin duvarındaki bir siyah gölgeden şüphelendim. Elimdeki bastonla pencereye vurmak suretiyle ev halkını acele haberdar etmeye çalışırken, gölgenin ilerlediğini görünce, silaha sarıldım ve üç el ateş ettim. Hain, Ahmet Subaşı mahallesi istikametine (yönüne) doğru kaçtı ve karanlıkta bu adamın çizmelerinden ve gölgesinin umumi (genel) şeklinden kim olduğunu seçtim."

Yine Gazi anlatıyor:
"Merkezi Umumi artık İstanbul'dadır. Cemiyetle aramızdaki görüş ihtilafı had derecededir. Birinci teşebbüs neticesiz kalınca, bu cinayete ikinci defa yine aynı adam memur edildi. Ve - H - Bey yardımcı olarak bu fiile iştirak ettirildi. Bir yaz akşamı idi. Selanik'te Yonyo birahanesinde oturuyordum. (H .. ) Bey yanıma geldi, oturdu. İstanbul'dan bilhassa benimle götilşmek için geldiğini söyledi. Uzun uzadıya düşündükten sonra, Merkezi Umuminin (Genel Merkezin) yanlış görüşleri yüzünden memleketin zarar göreceğine inandığını ve benim görüşlerime hak vererek birçok meselelerde noktai nazarımı kabul ettiğini ifade ettikten sonra, eğer muvafakat edersem, Merkezi Umumiye (Genel Merkeze) karşı benimle iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilave etti. Yalnız, çok mühim saydığı bir iki meselede aydınlanmak istediğini ve acele işleri dolayısıyla uzunca kalamayacağından ertesi akşam aynı mahalde ve bu saatte birleşmemizi rica etti. Arzusunu kabul ettim. Ayrıldık. Ertesi akşam, randevu saatinde Yonyo'ya geldim. (H) Bey, benden evvel gelmiş ve bir masa işgal etmişti. Karşısındaki sandalyeyi işaretle bana yer gösterdi. Oturdum. Arkam caddeye müteveccih (yönelik) idi. Hararetli hararetli konuşuyorduk. Bir ara muhatabımın kaş ve gözle işaretler verdiğini gördüm ve şüphelenerek başımı çevirdim. Birden, camlı kapının tokmağını eline almış, içeriye girer vaziyette, Abdülkadir'le karşılaştım. Süratle döndüm.

İki hainin arasında kalmamak için biraz yana çekildim ve cebimdeki silahı ateşe hazır surette çevirdim. Abdülkadir' in bir ayağı gazinoda, diğer
ayağı dışarıdaydı. Süratle çıktı ve Sabri Paşa caddesi istikametine doğru yürüdü. (H) Bey de ayağa kalkmıştı.
- Ben "Samim" değilim. Gözünü aç ve dikkat et! Diyerek hakaretle kendisine gazinonun kapısını gösterdim. Telaşa mahal (yer) olmadığını, haksız
olarak endişe ettiğimi söylemek istedi. Artık kendisini dinleyemezdim, tekrar kapıyı gösterdim. Onun da bir eli cebinde idi. Çıktı ve arkasına bir iki defa bakarak uzaklaştı. Ben de gazinoyu terk ettim ve üçüncü bir teşebbüse karşı daha tedbirli davranmaya karar verdim."


Gazi Mustafa Kemal devam etti:"Bir gün Mustafa Necip, Selanik' te, dairede odamın kapısını vurmadan açarak içeri girdi ve kapıyı tutar gibi vaziyet aldı. Menhus (uğursuz) teşebbüsler yüzünden daima tedbirli ve tetik hareket ediyordum. Masa üzerindeki küçük evrak sepeti içinde hususi bir örtü altında bulundurduğum revolveri derhal ateşe müheyya (hazır) bir süratle çevirince, Mustafa Necip hayretle:
- Bravo Mustafa Kemal! Bu kadar hazır ve tedbirlisin! Dedi ve gülerek karşıma oturdu.

Şöyle konuştu:
- Üçüncü bir suikast teşebbüsüne girişileceğini ve süratle tatbik olunacağını duydum ve bu menhus (uğursuz) fiile talip oldum. Suikasdi bir müddet tehir etmek (ertelemek) ve seni haberdar ederek tedbirli bulunmanı temin etmek için bu işi deruhte ettim (üzerime aldım), dedi.
Mustafa Necip, beni hakikaten severdi ve sayardı.
Kendisine karşı tam itimadım vardı. İşte üçüncü teşebbüs de bu suretle akim (sonuçsuz) kaldı."

Asaf İLBAY 3

3 - "Atatürk'ün Hususi Hayatı", Tan Gazetesi, Yıl: 1 , Sayı: 1 84, 20 Haziran 1949, s. 2.

''OLDUĞUNUZ YERDE KALINIZ ... ''

Meşrutiyet başlangıcında öne sürdüğü esaslı düşüncelerin o zamanki iktidar partisinin (İttihat ve Terakki) bazı çevrelerinde hoş karşılanmadığını, hatta muzır ve tehlikeli sanıldığını sezinmiş. 

Gizli teşkilat kademelerince vücudunun, bir punduna getirilip harcanmaya bakılabileceğinden kuşkulanmış. Kulağına çalınan şu bu söylentiler de o kuşkuyu artırmış. Her neredense öğrenmiş ki ona kıymaya memur edilmiş kim ise bir görüşme bahanesiyle ansızın odasına girecek, silahını kullanacakmış. . .

Bir gün, neferi birinin geldiğini, kendisi ile görüşmek istediğini bildirmiş.

Mustafa Kemal Bey:
- Peki; söyle, buyursun! demiş.

Ve nefer selam vererek arkasına dönüp kapıya doğru giderken o da tabancasını yazıhanesinin çekmecesinden çıkarıp üzerine koymuş; üstünü de gazete ile örtmüş.

Kastedecek ziyaretçi içeri girip kapıyı arkasından örter örtmez Mustafa Kemal Bey büylik bir sükunetle, karşısındakine:
- Olduğunuz yerde kalınız, hiç kıpırdamayınız! demiş ve gözlerini gözlerine dikmiş . . .


Gelen adam, bu ihtar üzerine benzi kül gibi olarak duvara yaslanmış. . . O zaman Mustafa Kemal Bey, kendisini vurmak istemekten maksadının ne olduğunu; böyle bir şeyi yaparsa hakikaten vatanperverlik edeceğine kani mi bulunduğunu ondan sormuş?

Coşkun ruhlu olan ziyaretçi, kötü telkine kapılarak girişmeye kalkıştığı hareketten pişmanlık duymuş. Kanlı olabilecek bir işten böyle ahbap olarak
ayrılmışlar ...


Ruşen Eşref ÜNAYDIN


* "Hatıralar: Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal'le Mulakat", Türk Dili Dergisi, Cilt: VI, Sayı: 6 1 , 1 Ekim 1 956. ss. 5-6.

REİS-İ CUMHUR KÖŞKÜ YAPILIYOR

Çalışmalar esnasında Gazi Mustafa Kemal’in Termal’de kalabilmesi için yapılmasına karar verilen Reis-i Cumhur Köşkü’nün (Cumhurbaşkanı Köşkü) yapım işini Seyr-i Sefain İdaresi üstlenmiş; “Reis-i Cumhur Köşkü” ve daha sonra da “Atatürk Köşkü” adıyla anılan yapının kullanıma hazır hale getirilmesi 38 gün sürmüştür.

1930’da tamamlanan yapı, Cumhuriyet Dönemi Türk sivil mimarlığının erken örneklerindendir. 

Köşk tamamlandıktan hemen sonra, Gazi Mustafa Kemal imzasını taşıyan 24 Temmuz 1930 tarihli kararnameyle, milletin malı olarak korunmak üzere Milli Saraylar Müdürlüğü bünyesine dâhil edilmiştir.

Günümüzde milli mirasımız olarak TBMM Milli Saraylara bağlı bulunan Yalova Atatürk Köşkü, tarihimizde devlet yönetiminin gerçekleştiği, yabancı misafirlerin konuk edildiği ve Cumhuriyet tarihinin önemli kararlarının alınıp planlandığı yer olarak önem taşır.

Çok partili sisteme geçiş, Türk Tarih ve Dil Kurumlarının kurulmasına ilişkin düzenlemeler, Kuran’ı-Kerim’in günümüz alfabesiyle Türkçeleştirilmesi, Yerli Malı Haftası’nın ülke genelinde kutlanması çalışmaları burada yapılmış ve zamanın diğer birçok önemli olayı bu köşkte karara bağlanmıştır.


Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yılın belli dönemlerinde uzunca sürelerle köşkte kalması, halkın Termal’e ilgisini arttırmış ve burayı Atatürk’ü görmek, onunla karşılaşmak isteyenlerin en çok geldikleri yerlerden biri yapmıştır. 

GAZİ MUSTAFA KEMAL TERMAL’DE

Yalova’ya ilk kez 19 Ağustos 1929 Pazartesi günü gelen Gazi Mustafa Kemal, geniş bir ormanın içinde yer alan Termal’i çok sevmiştir.

Termal’e gelişinin ardından, yapıları tümüyle bakımsız ve onarıma muhtaç olan, çevre düzenlemesine ihtiyacı bulunan bölgeye 400’e yakın zanaatkâr (demirci, elektrikçi, marangoz, duvarcı) göndererek bölgenin ihyası için ilgilileri seferber etmiştir. 

Termal’i yeniden hayata döndürecek çalışmalara bizzat katılan Gazi’nin hedefi, Termal’in kaplıca turizmi açısından uluslararası bir merkez olmasını temin  etmekti. 

Dönemin Seyr-i Sefain Genel Müdürlüğü (Deniz Yolları Genel Müdürlüğü) tarafından yürütülmesi kararlaştırılan yeniden düzenleme çalışmalarında, Termal’de Kurşunlu Banyo’nun onarımı yaptırılmış, Samanlı ve Yalova dereleri temizlettirilmiştir.

Yalova sahilinden Termal’e uzanan, iki tarafına çınar ağaçları dikilerek düzenlenen 12350 metre uzunluğundaki yol da bu dönemde  yapılmıştır. 
Seyr-i Sefain İdaresi bölgede orman yolları açarak, kaplıcalara yeni sıcak ve soğuk su boruları döşemiş, su depoları tesis ederek, kaplıca sularının içeriğini ve yararlı olabileceği hastalıkların araştırmasını yaptırmıştır. 


Günümüzde Termal’de görülen ve yerli yabancı ziyaretçilerin büyük beğenisini kazanan planlama, Atatürk Dönemi’ne ait olup, o günlerdeki halini büyük ölçüde korumaktadır.  

BÜYÜK TAARRUZ VE BAŞKOMUTANLIK MEYDAN MUHAREBESİ

Sakarya Savaşı'ndan sonra, kamuoyunda ve TBMM'nde taarruz için sabırsızlık baş göstermişti. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 4 Mart 1922'de Büyük Millet Meclisi'nin gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara açıklamalar yapmıştı.  "Ordumuzun kararı, taarruzdur. 

Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür" diyerek bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken, diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırlıyordu. 

Haziran 1922 ortalarında, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçmek kararını almıştı. Asıl amaç, yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktı. Mustafa Kemal Paşa, ordu birlikleri arasında bir futbol maçı organize edilmesi bahanesiyle ordu komutanlarını Akşehir'e davet etti. 

Böylece Yunanlıların ve İşgal Devletlerinin dikkatleri çekilmeyecekti. 28 Temmuz gecesini, komutanlarla genel taarruz hakkında konuşarak geçirdi ve gereken direktifleri verdi. Mustafa Kemal Paşa, daha sonra 20 Ağustos 1922'de Ankara'dan Akşehir'e giderek, 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini verdi. 

Çok gizli bir şekilde yürütülen bu olayları kamuoyundan saklamak maksadıyla, 21 Ağustos'da Çankaya köşkünde bir çay daveti verileceği gazete ve ajanslara bildirilmişti.  26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa(Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'deki yerini aldı. Büyük taarruz burada başladı. Topçuların sabah saat 4:30'da taciz ateşi ile başlayan harekat, saat 5:00'de önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Piyadelerimiz, Sabah 6:00'da Tınaztepe'ye hücum mesafesine yaklaşarak, tel örgüleri aşıp, Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra, Tınaztepe'yi ele geçirdiler. 

Bundan sonra, saat 9:00'da Belentepe, daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1. Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe'den Çiğiltepe'ye kadar onbeş kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçird. 5. Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulundu. 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü.  

26 Ağustos günü Türk Ordusunun Büyük Taarruz'u, Genelkurmay Başkanlığı'nca TBMM'ne bildirildi. Bu haber Meclis'i coşturdu ve heyecanlı gösterilere vesile oldu.  27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken, Türk Ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insan üstü çabalarla gerçekleştirildi. 27 Ağustos saat 18:00'de, Afyon 8. Tümen tarafından kurtarıldı. 

Afyon kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuştu. Başkomutanlık karargahı ile Batı Cephesi Komutanlığı karargahı Afyon'a taşındı.  28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekatı ile düşmanın 5. Tümeninin çevrilmesi ile sonuçlandı. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli buldular. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar aldılar. Karar süratli ve düzenli bir şekilde gerçekleştirildi. 

30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekatı Türk Ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz'un son safhası askeri tarihimize Başkomutan Meydan Muharebesi olarak geçmiştir.  30 Ağustos 1922 Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak, Dumlupınar'da Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta tamamen yok edilmiş veya esir edilmişti. 

Böylece tasarlanan kesin sonuç beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam başarı ile uygulanmıştı. 30 Ağustos 1922'nin gurur verici zaferi ile Mustafa Kemal, kaçabilen düşmanın takip edilmesini ve üç koldan Ege'ye doğru ilerlemesini uygun buldu. "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri" diyerek, tarihi emrini 1 Eylül 1922'de verdi. Yunanlılar, İzmir'e doğru kaçmaktaydı. Başta Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis olmak üzere çok sayıda esir ele geçirilmişti.  

Ordumuz bu muharebede, on beş günde 400 kilometre katederek, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girdi. Sabuncu Bel'den geçen 2. Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir'e doğru akarken, bunun solunda 1. Tümen de Kadife Kale'ye doğru yürüyordu. 

Bu Tümenin 2. Alayı Tuzluoğlu Fabrikası'ndan geçerek Kordonboyu'na ulaştı. Yüzbaşı Şeref Bey Hükümet Konağına, 5. Süvari Tümenimizin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık dairesine, 4. Alay Komutanı Reşat Bey de Kadife Kale'ye bayrağımızı çektiler.  İzmir'de askerlerimiz coşku içinde karşılandılar ve çiçek yağmuruna tutuldular. Süvarilerimizin Kordon boyundan geçişi çok görkemli idi. Kurtuluş zaferinin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir'in kurtuluşunu Belkahve'den seyretti. 

Türk Ordusunun, 400 kilometrelik bir mesafeyi savaşarak katedip İzmir'e ulaşması içerde ve dışarda hayret ve takdir uyandırdı.  Büyük Türk zaferi karşısında endişeye düşen ve o anda da İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını işgal altında bulunduran İtilaf Devletleri, savaşı durdurmayı ve Türklerin haklı isteklerini yerine getirmeyi kendi çıkarlarına uygun buldular. 

Lord Kinross'a göre,"İngiltere, ciddi bir krizle karşı karşıya bulunduğunu anlamaya başlıyor. Halk, Türklerle yeni bir savaştan korkuyordu". 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması'yla, silahlı çatışma durdurulduğu gibi, Edirne dahil Trakya'nın da Türkiye'ye bırakılacağı ve bir ay içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılacağı kabul edildi. Anadolu'da Yunan politikasını yürüten İngiltere Başbakanı Lloyd George, bu gelişmeler üzerine istifa etti. 

SAKARYA SAVAŞI

İnönü'de ikinci kez yenilen Yunanlılar, ordularını güçlendirmek amacıyla kuvvetlerini artırmışlardı. Türk Ordusu ise henüz hazırlıklarını tamamlayamamış, yurdun bütün kaynaklarından faydalanma imkanını bulamamıştı. 

Ancak II. İnönü Savaşından sonra, Güney Cephesi kaldırılmış, Güney ve Batı cepheleri birleştirilmişti. Böylece Batı Cephesinde daha fazla kuvvet toplamak imkanı sağlanmıştı.  Yunanlılar, 10 Temmuz 1921'de iki ayrı cepheden taarruza geçerek Türk Ordusunu yok etmek istediler. 

 Desteklenmiş kuvvetleriyle güçlü bir şekilde ilerlemeyi başardılar. Türk Ordusu, zor durumdan kendisini kurtarmak amacıyla Eskişehir'e kadar çekildi. Mustafa Kemal Paşa, 18 Temmuz 1921'de Batı Cephesi karargahına geldi ve durumu yakından görüp inceledi. Ordunun düzenlenip kuvvetlendirilmesi için, Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmesini gerekli gördü. 

Bunun üzerine, Türk Ordusu, 25 Temmuz 1921'de taktik savunma yapmak amacıyla Sakarya'nın doğusuna çekildi.  Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları Sakarya'nın doğusuna çekilmekle askeri bakımdan büyük bir avantaj elde etti. Türk kuvvetleri için zor olsa da, Yunanlılar için daha zor olan bir durum oluşturuldu. Böylece, Türk kuvvetleri düşmanın gelişen taarruzlarının tehdidinden kurtarılmış, Sakarya'nın doğusunda yeniden düzenlenerek savunma gücü artırılmıştı. Yunanlılar ise mevzilerini genişletmişler, ulaştırma şartları zor bir arazide ilerlemek ve ikmal yapmak zorunda kalmışlardı.  

Sakarya gerisine çekilme, halkın maneviyatı üzerinde ciddi bir sarsıntı oluşturmuştu ve Meclis'te de bunun belirtileri ortaya çıkmıştı. Mustafa Kemal Paşa'nın muhalifleri; "Ordu nereye gidiyor, millet nereye götürülüyor? Bu hareketin elbette bir sorumlusu vardır, o nerededir? 

Bu çok acı veren durumun ve yürekler acısı görünümün gerçek sorumlusunu ordunun başında görmek isterdik" diyerek Mustafa Kemal Paşaya dil uzatmaya başladılar. Büyük Millet Meclisi'nde ve dışarıda son çare ve son tedbir olarak Mustafa Kemal Paşa'nın ordunun başına geçmesinde fayda umulduğu yolunda bir kanaat oluştu. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, 4 Ağustos 1921'de Büyük Millet Meclisi'ne verdiği bir önerge ile Başkumandanlığı kabul ettiğini bildirdi ve ancak Meclis'in elindeki yetkileri de fiilen kullanmayı talep etti. 

Bu önerge üzerine Mustafa Kemal Paşa'nın muhalifleri, kendisine Başkomutan ünvanını ve Meclis'in yetkilerini kullanmak hakkını önce vermek istemediler. Ancak ünvan ve yetki, 5 Ağustos 1921 tarihli kanunla tanındı.  Mustafa Kemal Paşa, 12 Ağustos 1921'de Polatlı'daki Cephe Karargahına giderek ordunun başına geçti. Cephede teftiş yaparken, attan düşerek birkaç kaburga kemiği kırıldı. Savaşı cephede yaralı ve kaburga kemiği sarılı bir şekilde idare etmek zorunda kaldı.  

23 Ağustos'ta düşman ordusu ciddi olarak cephemize taarruz etti. Ordumuz. 100 kilometrelik cephe üzerinde cereyan eden meydan muharebesinde, düşmanın üstün kuvvetlerini ilk önce yıpratarak, taarruza devam etmekten yoksun bir hale getirdi. 23 Ağustos'tan 13 Eylül'e kadar gece gündüz aralıksız yirmi iki gün devam eden bu kanlı savaştan sonra, düşman ordusu mağlup ve perişan bir şekilde cepheyi terketti.  

Sakarya Meydan Savaşı sonucu, askeri harekat yön değiştirmiştir. Sakarya, geri çekilme ve gerilemenin durdurulduğu ileri gidişin başladığı noktayı oluşturmuştur. Sakarya Zaferi, bütün memlekette günlerce süren coşkun sevinç gösterilerine ve heyecanlı kutlamalara vesile oldu. 

Meclis, 19 Eylül 1921'de kabul edilen bir kanunla, Türk Milletinin bir şükranı olarak Mustafa Kemal Paşa'ya Mareşallık rütbesi ve Gazilik ünvanını verdi.  Sakarya Zaferi, dış ilişkilerimizde durumumuzun düzeltilmesine ve itibarımızın artmasına yardımcı oldu. 9 Haziran 1921'den beri Ankara'da Fransız temsilcisi Franklin Bouillon'la görüşmeler yapılmaktaydı. 

Bu görüşmeler, Sakarya zaferinden sonra, 20 Ekim 1921'de Ankara'da olumlu bir şekilde sonuçlanarak, Ankara İtilafnamesi adıyla tarihe geçen bir antlaşmayla noktalandı. Sakarya zaferi, askerlik ve politika bakımından da Kurtuluş Mücadelemizin önemli bir merhalesi oldu. Yunan ordusunun taarruz kabiliyeti kırıldı. 

I. ve II. İNÖNÜ SAVAŞLARI

Yunanlılar, Bursa ve Uşak mıntıkalarından Eskişehir ve Afyon istikametlerinde 6 Ocak 1921'de ileri harekata geçtiler. Yunan harekatı üç koldan ilerleyerek İnönü önünde birleşiyordu. Yunanlılar, 3 günlük yürüyüşten sonra 9 Ocak günü İnönü mevzilerinin önüne gelmişlerdi. Asıl savaş 10 Ocak günü sabah saat 6.30'da Yunanlıların taarruza geçmesi ile başladı. 

Saldırısı kırılan düşmana karşı savaş 10 Ocak 1921'de kazanıldı.  Savaşın İnönü bölgesinde yapılması bir tesadüf değildi. İnönü savaşlarının zamanını Yunanlılar, fakat savaş alanını Türkler seçmişlerdi. Türk ordusunun savunma planına göre, Bursa ve Kocaeli yönünden gelecek bir düşman taarruzu İnönü'de karşılanacaktı. 

11 Ocak 1921'de o güne kadar fazla kayıp vermiş ve çok hırpalanmış olan düşman, daha fazla ilerlemeye kendisinde kudret göremeyerek, tekrar Bursa civarındaki eski mevzilerine çekilmek zorunda kaldı. Böylece dinamik bir sevk ve idare sistemiyle düşmanın iki misli kuvvetlerine karşı, zayıf kuvvetlerle yoğun bir savunma yapılmış ve düşman ordusu üç gün içinde yenilerek geri çekilmeye mecbur bırakılmıştır.  

I. İnönü Zaferi sonunda Albay İsmet Bey,1 Mart 1921'de generalliğe yükseltildi. Kazanılan bu zaferin tarihi önemi, Batı Cephesi'nde kazanılan ilk zafer oluşu ve Sevr tatbikçilerine milli teşkilatın ne demek olduğunu göstermesidir. I. İnönü Savaşıyla Kuva-yı Milliye devri son bulmuş, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin ve ordusunun içerde ve dışarıda itibarı birden yükselmiş, ordunun ve Meclis'in otoritesi artmıştır.  

II. İNÖNÜ SAVAŞI  Londra Konferansı'nın bir sonuç vermemesi, Sevr projesini uygulamak için İtilaf Devletlerini yeni bir çabaya yöneltmiş ve bu amaçla Yunan işgal ordusunu savaşa teşvik etmişlerdi. Bundan faydalanan Yunanlılar, 23 Mart 1921'de Bursa'dan İnönü istikametine ilerlemeye başladılar. 

Türk ordusunun yüksek azim ve imanla savaşması, 31 Mart 1921 akşamına kadar süren kanlı çarpışmalar sonunda düşmanı İnönü'de ikinci defa perişan etti. Yaptıkları iki saldırının da püskürtülmesi üzerine Yunan kuvvetleri, 31 Mart gecesinden itibaren çıkış mevzilerine çekilmeye başladılar, çekilen düşman, süvari birliklerimizle izlenmiş ve düşmana çekilirken de kayıplar verdirilmiştir.  

Fevzi Paşanın (Çakmak) Mecliste bu savaştan bahsederken söylediklerinden anlaşıldığına göre, Yunan ordusunun amacı mutlaka yenmekti. Başkumandanları Papulas, bu sebeple Karaköy'e gelmiş ve alaylarını bizzat birbiri ardınca savaşa sokmuştur. Düşman bir taraftan kesin olarak Türk ordusunu yenmek ve dört beş günde Eskişehir'e, bir ayda da Ankara'ya gelerek Sevr Antlaşması'nı kabul ettirmek amacındaydı. 

Düşmanın hareketlerinden amacını anlayan kumandanlık, lazım gelen önlemleri almıştı. İsmet Paşa bir taraftan da düşmana umduğu yerde değil, bizim istediğimiz yerde savaşı yaptırmak suretiyle, düşmanın savaş planını başarısızlığa uğratmıştır. Milli Kurtuluş Savaşı'nda bu zafer, Mustafa Kemal'in güzel ifadesiyle, milletin "maküs talihini" (tersine dönmüş talihini) de yenen bir zafer olmuş.

SURİYE - FİLİSTİN CEPHESİ

İngilizler 1914 yılı Aralık ayında Türk dostu saydıkları Hidiv Abbas Hilmi Paşa'yı yönetimden uzaklaştırarak, Mısır ve Süveyş Kanalı'na tamamen egemen oldular.  Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa'nın, 14 Ocak 1915'te 14.000 deveyle iki koldan Süveyş Kanalı'na yaptığı harekat (1.Kanal Savaşı) başarılı olamadı. 4 Şubat 1915'te Birüsseba-Gazze'ye geri dönüldü.  

1916 yılında Süveyş Kanalı'nı almak için 2. Kanal Harekatı yapılırken, Mekke Şerifi Hüseyin İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı Devletine karşı ayaklandı. Ayaklanmanın bastırılması için 4. Ordu'dan bir kısım birlikler Hicaz'a gönderildi. Ordunun geri kalan kısmıysa, Gazze-Şeria-Birüsseba hattında savunmaya çekildi. 1917 baharında İngilizler, Gazze'ye saldırdı. 

1. ve 2. Gazze Savaşları yapıldı. İngilizler Türklerin kahramanca savunması karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Takviyelerini artırmaya başlayan İngilizlerin Filistin Cephesinde toplanmaları üzerine, Cemal Paşa'nın uyarısıyla Yıldırım Ordularının Irak cephesinde kullanılmasından vazgeçilerek Filistin ve Suriye'de kullanılması kararlaştırıldı. 

Aynı yıl 7. Ordu Komutanlığına atanan Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Komutanı General Falkenhayn ile anlaşamadı. Harbin yönetimini tenkit eden iki rapor yazarak 6 Ekim 1917'de komutanlıktan istifa etti. Savaş hazırlıklarını tamamlayan İngilizler, 24 Ekim 1917'de 138.000 askerle taarruza başladılar. Birüsseba-Gazze Savaşı'nı kazandılar. 9 Kasım 1917'de Kudüs düştü.  

General Allenby komutasındaki İngiliz kuvvetlerinin Mart 1918 başı ile 18 Mayıs arasındaki Telazur, 1. ve 2. Salt-Amman taarruzları başarıyla durduruldu. 1918 yılında Falkenhayn'ın yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı'na General Liman von Sanders atandı. 7. Ordu Komutanlığına Mustafa Kemal Paşa yeniden döndü. Yığınaklarını artıran ve mevcudu 460.000'e yükselen İngiliz ordusunun 19 Eylül 1918'de Filistin'de başlattığı taarruz hızla gelişti ve Filistin tamamen İngilizlerin eline geçti. 

Yıldırım Ordular Komutanı, Halep'te savunma düzeni kurma görevini Mustafa Kemal Paşa'ya bırakıp, Adana'ya gitti. Mustafa Kemal bir yandan İngilizlerle, diğer yandan Arap silahlı çeteleriyle mücadele etmek zorunda kaldı. Halep'in kuzeyinde bir savunma hattı kurup İngilizler'i durdurmayı başardı. 31 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'nden bir gün sonra Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı'na atandı.

DOĞU CEPHESİ

2 Kasım 1914'te Rus kuvvetlerinin Kars'a doğru taarruzuyla cephede savaşlar başladı. 6/9 Kasım 1914'te Ruslarla Köprüköy savaşı yapıldı. Ruslar yenilince biraz geri çekildiler. 22 Aralık 1914'te Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın çetin kış şartlarını rağmen Sarıkamış civarında Ruslara karşı yaptığı harekatta 3. Ordu'ya mensup askerlerden çoğu donarak şehit oldu. 60.000 şehit verildi.

1915 yılı baharında Ermenilerle birleşerek güçlenen Rus birliklerinin taarruzu başarılı oldu. Ruslar, Van ve Malazgirt'i aldılar 22 Temmuzda başlayan karşı taarruzla Van ve Malazgirt 25/26 Temmuz 1915'te kurtarıldı.

1916 yılında Grandük Nikolas, Rus kuvvetlerinin başkomutanı olunca, Ruslar Kafkasya'daki kuvvetlerini artırarak taarruza geçtiler. 16 Şubat 1916'da Erzurum düştü. Trabzon'a da bir kolorduyla ilerlediler. 3. Ordu, Kemah-Refahiye-Tirebolu hattına çekildi. Mart 1916'da Bitlis, Muş, Van, Hakkari de Ruslar tarafından işgal edildi. Hükümet, Çanakkale Bölgesinde bulunan 2. Ordu'yu Kazım Karabekir komutanlığında doğu cephesine kaydırdı. 

10 Mart 1916'da atama emrini alan Mustafa Kemal, Edirne'den Diyarbakır'a kaydırılan 16. Kolordu'nun komutanı olarak, 15 Mart 1916'da Doğu Cephesinde göreve başladı. 7/8 ağustos 1916'da Muş ve Bitlis Ruslardan kurtarıldı. Yıl sonuna kadar Ruslarla savaşa devam edildi.

1917 yılında Rusya'da iç karışıklıklar başladı. Ekim 1917'de Bolşevikler devrimle yönetime el koydu. Yıl boyunca Rus birlikleri işgal ettikleri topraklardan çekildiler. 18 Aralık 1917'de Ruslarla Erzincan Mütarekesi yapıldı. Mütarekeden sonra Rus kuvvetleri Doğu Anadolu'yu tamamen terk etti. 

1917 kışı, hem Türkler hem de Ruslar için güç şartlarda geçti. Soğuk ve hastalıklar sebebiyle iki tarafta ağır kayıplar verdi. Daha sonra 3 Mart 1918'de Brest Litovsk anlaşamsı yapılarak Kars, Ardahan ve Batum'un Osmanlı İmparatorluğu'na bırakılması saptandı.


Rus birliklerinin geri çekilmesi üzerine, savaş sırasında kurulmuş bulunan Ermeni taburları Türk halkına saldırdı. 3. Ordu Ermeni çeteleriyle savaşmak zorunda kaldı. Ermeni kuvvetleri bozguna uğratılarak Nisan 1918 sonuna kadar, Kars, Ardahan, Batum kurtarıldı ve Gümrü'ye girildi.

ANAFARTALAR MUHAREBELERİ

25 Ağustos 1915’ten Ağustos sonuna kadar, Müttefikler hem Seddülbahir hemde Arıburnu’nda başarılı olamayınca, Çanakkale Boğazı’nı, geriden sarkarak ele geçirmek amacıyla harekete geçerler. Bu arada General Hamilton, Türk Ordusu’nun gerilerine sarkmak ve çember içine alıp yok etmek için, Büyük ve Küçük Kemikli Burunları arasında yeralan Suvla sahillerine çıkıp, Anafartalar’da üçüncü bir cephe açmaya karar verir. 

Hedef, Conkbayırı ve Koçaçimentepe blokunu ele geçirerek buradan ilerleyip, çanakkale Boğazı’na inerek hakim olmaktır. Bu amaçla da, 9.İngiliz Kolordusu'nu ,6-7 Ağustos gecesi karanlıktan yararlanarak bölgeye çıkartır. Amaç, sabah gün ağarmadan von Sanders, Saros Grup Komutanına 7. ve 12. Tümenlerle süratle Anafartalar kesimine gitmesini ve karaya çıkan İngiliz birliklerine 8 Ağustos sabahı erkenden taarruz edilmesi emrini verir. Anafartalar Müfrezesi komutanı Yarbay Vilmer’e de, Saros’dan iki tümenin gelişine kadar, İngilizlerin ilerleyişine engel olunmasını emreder.

Liman von Sanders, bundan sonra, Kurmay Albay Mustafa Kemal’i, 8 Ağustos 1915 günü saat 21.45’de, Anafartalar Grup Komutanlığına atar. Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal, 9 Ağustos sabahı ,12. tümenle 9. İngiliz Kolordusuna. 7.Tümenle de Anzak Kolordusu ile işbirliği yapmasına engel olmak amacıyla, damakçılık Bayırı yönünde saldırıya geçer. Her iki tümenin saldırıları da başarılı olur. İngiliz Birlikleri, beklemedikleri bu karşı Türk taarruzu ile şaşkına dönmüş, ağır kayıplar verirler.

Birinci Anafartalar Muharebeleri olarak adlandırılan bu harekat sonunda, durum değerlendirmesi yapan Mustafa Kemal şöyle demiştir: “...Gerçekte, düşmanın bir kolordusunu zayıf bir tümenimle Kireçtepe-Azmak arasında yenmiş, Tuzla Gölüne kadar takip ederek orada tesbit etmiştim

Diğer taraftan yeni çıkan birliklerle güçlendirilen 9. İngiliz Kolordusu, Anafartalar yönünde iki kanat harekatı daha denediyse de başarılı olamamıştır. Ancak, Türkler açısından bu bölgede durum, savunulması güç bir konum olduğu için tehlikeli sayılırdı. Tehlikeli durumu düzeltmek için Liman von Sanders, Kuzey Grubundaki 8 Tümeni iki alayla takviye ederek , Anafartalar grup Komutanı Mustafa Kemal’in emrine verir. 

 Tümen karargahına 9-10 Ağustos gecesi gelen Grup Komutanı Mustafa Kemal, takviyeli 8. Tümeni 10 Ağustos sabahı karanlıkta, sadece süngü kullanarak hücuma geçirir. İngilizlere çok ağır kayıplar verdirilerek harekat başarılı olur. Daha sonra, savunma yapılabilecek ek arazinin ele geçirilmesi üzerine, ulaşılan bu ileri çizgide de destek ve güçlendirmeler yapılarak savunmaya geçilir. Böylece, diğer bölgelerde olduğu gibi Anafartalar Bölgesinde de savaş, boşaltmaya kadar, siper ve mevzi savaşına dönüşmüş olur. 

Diğer bir deyişle, General Hamilton’un İkinci Planı da başarısız olmuş, hedefine ulaşmamıştır.

Çanakkale Savaşları kara harekatıyla ilgili olarak belirtilmesi gereken önemli bir diğer nokta da şudur: tüm bu çarpışmalar ve karşılıklı saldırılar sırasında, Türkler mertçe, dürüstçe ve kahramanca çarpışmış, insancıl meziyetlerini ve güçlü kişiliklerini sergilemişlerdir. İster Seddülbahir’de, ister Suvla’da ya da, Anafartalar’da olsun durum aynıdır. rneğin Kızılhaç çadırları ve hastane gemileri, yaralı taşıyan botlar, ya da sedyeleri hedef alan atışlar yapılmamıştır.Tepeler Türklerin elinde olmasına ve olumlu doğa koşullarına karşın, düşmanın sürekli olarak çekindiği zehirli gaz kullanılmamış, su kaynakları zehirlenmemiş, bu yöntemler hiçbir zaman mert ve dürüstçe bir tutum sayılmamıştır.

MUSTAFA KEMAL Anlatıyor :

"10 Ağustos 1915. Conkbayırı'nı almak ve bütün boğaza hakim olmak için İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan ağarmak üzere idi. 8. Tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım.  Mutlaka düşmanı mağlup edeceğinize inanıyorum. Ancak siz acele etmeyin evvela ben ileri gideyim. Size ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız dedim. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücum baskın tarzında olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20-30 metre yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı'nda çıt çıkmıyordu. Dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstünde kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 04.30'da kıyametler kopmuştu İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. Allah Allah sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yırtıyordu.  Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi gülleleri büyük çukurlar açıyor her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım elimi göğsüme götürdüm kan akmıyordu. Olayı Yb. Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde cebimde bulunan saat paramparça olmuştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpıştım. Yalnız bu şarapnel, kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı. Aynı gün gece yani 10 Ağustos günü beni mutlak ölümden kurtaran ve parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşaya hatıra olarak verdim. Çok şaşırmış ve heyecanlanmıştı. Kendileri de altın cep saatini bana hediye ettiler.  Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve Çanakkale'nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular. 

ARIBURNU MUHAREBELERİ

Arıburnu’ndaki Anzak Kolordusunun Nisan’da yaptığı çıkarmanın temel amacı önce, Kabatepe ile KüçükArıburnu arasındaki kumsallık bölgeye çıkmaktı. İlk aşamada Conkbayırı- Kocaçimentepe çizgisi denetim altına alınıp, oradan Maltepe bölgesi ele geçirilecek, böylece, Kuzeyde’ki Türk kuvvetlerinin Güneyde, Seddülbahir bölgesindeki Türk birliklerine yardımı engellenmiş olacaktı.

25 Nisan sabahı savaş gemilerinin, Türk mevzilerini sürekli vuran koruyucu ateş altında, Anzak Kolordusu’nun 1. Tugayından 1500 kişilik ilk hücum dalgası, çıkarma botlarının bir şekilde kuzeye kayması sonucu, saat 05.00’te, Kabatepe bölgesi yerine Arıburnu Kesimine çıkmak zorunda kalır.

Bu noktada kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine karşın, karaya çıkan Anzak birlikleri belirli bir noktaya kadar ilerler. Diğer taraftan, Bigalı’da bulunan ordu yedeği 19. Tümen, 24-25 Nisan gecesi Conkbayırı yönünde tatbikat yapmakta idi. Gün ağarırken, Arıburnu yönünden top seslerinin gelmesi üzerine, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, bir çıkarma yapıldığını anlayıp durumu Ordu Komutanına bildirir, ancak bir yanıt alamaz.

Durum çok kritiktir. Mustafa Kemal, kıyıda çok zayıf gözetleme ve koruma birlikleri olduğunu düşünerek ve geniş bir sahile yayılmış olan 27. Alayın da, ağır kayıplar verdiği haberini alınca, düşmanın Conkbayırı-Kocaçimentepe çizgisi ve uzantısını ele geçirmesi durumunda, onarılamayacak durumlarla karşılaşacağını kavrar. Ordudan emir gelmemiş olmasına karşın girişimi ele alıp tüm sorumluluğu yüklenerek, 57.Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirir.

Conkbayırı’na çıktığında,, Arıburnu kesiminden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini görür.
O anı Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Ünaydın ile yaptığı görüşme sırasında şöyle anlatmaktadır.
“...Bu esnada Conkbayırının güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırına doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm... Bu askerlerin önüne kendim çıkarak:
-Niçin kaçıyorsunuz ? dedim.
-Efendim düşman dediler!
-Nerede?
-İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün. Ben kuvvetleri (geride) bırakmışım, askerler on dakika istirahat etsin diye...Düşman da bu tepeye gelmiş...Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim yere gelse kuvvetlerim çok kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bilemiyorum, bilinçli bir düşünme ile midir, yoksa önsezi ile midir, bilmiyorum.
Kaçan askerlere:
- Düşmandan kaçılmaz, dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephaneniz yoksa süngünüz var,dedim.

Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırına doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen askerlerinin ‘ marş marşla’ benim bulunduğum yere gelmeleri için, yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır...”
Gerçekten de, çekilen Türk askerleri mevzi alınca, karşı taraf ta mevzi alıp duraklar. Böylece, 57. Alay Öncü Bölüğü'nün Conkbayırı’na yerleşmesi için gereken süre kazanılmış olur. İşte bu an, Çanakkale Savaşları Kara Harekatı’nın kaderini belirleyen önemli anlardan birisidir. Böylesine önemli anda kilit rolü oynayan kişi ise, tartışmasız Mustafa Kemal’dir. Bu husus, Çanakkale Savaşları tarihiyle uğralan Türk ve yabancı bütün uzmanlar tarafından doğrulanıp vurgulanmaktadır.


Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa'nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57.Alay'a şu emri verir :
“ Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”
25 Nisan 1915 günü, vakit ikindiye yaklaşırken, ilk çıkarma kademesi olan tümenin sahile çıkışı da tamamlanmıştır. Ne var ki, 27. Alayın birlikleri ve 57. Alayın yaptığı karşı saldırı ile süngü hücumları sonucu Anzaklar çok sayıda kayıp vermiş ve sahile çekilmişler, kritik ve endişeli anlar yaşamaktadırlar. Gene de gün batarken, Anzak Kolordusu’nun sahile çıkan Tümeni, Arıburnu’nun sarp yamaç ve tepelerinde yerleşme olanağı bulur. Bu tarihten başlayarak harekat, 1915’in Ağustos ayına kadar dört ay boyunca, Conkbayırı- Kocaçimentepe-kabatepe bölgelerinde, tarafların karşılıklı saldırı ve özellikle gece yapılan süngü hücumlarıyla, yakın boğuşmalar şeklinde ve çok kanlı çarpışmalarla geçecektir. Bu çarpışmalar sırasında Türkler de, Anzaklar da ağır kayıplar vermişlerdir. Ağustos ile birlikte ise savaş şiddetli çarpışmalara dönüşür. Tıpkı Seddülbahir’de olduğu gibi, Anzak ordusu da taarruz hedeflerine varamamış, çıktıkları yerlerde 3-4 km.lik bir mesafe ilerleyip, boşaltmaya kadar da o noktada kalmışlardır.

ÇANAKKALE SAVAŞLARI

I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin en başarılı olduğu cephe Çanakkale Cephesidir. Dünya tarihinin en kanlı savaşı bu cephede cereyan etmiştir.  İngiltere ve Fransa, müttefikleri Rusya'yla birleşerek savaşın seyrini lehlerine çevirmek istiyordu. Rus ekonomisi savaşın yükünü kaldıramaz hale gelmişti. İtilaf Devletleri Osmanlı Devletini saf dışı bırakmak, Rus Ordusuna gerekli askeri yardımı ve malzemeyi en hızlı bir şekilde ulaştırmak, Kafkasya Cephesinde bunalan Rusya'yı rahatlatmak ve Türk Ordusunun geri çekilmesini sağlamak için Çanakkale Boğazına harekat düzenlediler.

İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı'ndan geçişlerine 18 Mart 1915'te başarıyla karşı konuldu. İtilaf Devletleri donanması ağır kayıplar verince, Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarıp kara muhaberelerini başlattılar. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği birlik Conkbayırı'nda durdurdu. Bu başarı üzerine, Mustafa Kemal albaylığa yükseltildi. 


General Harrington komutasındaki İngiliz birlikleri 6-7 Ağustos 1915'te tekrar taarruz etti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal, 9-10 Ağustos 1915'te 1. Anafartalar Zaferi'ni kazandı Bu zaferi, 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta 2. Anafartalar zaferleri takip etti.  Çanakkale Savaşı'na katılan Türk Ordusu'ndan, çoğu öğrenim çağında 253.000 subay, er ve erbaş şehit oldu. Çanakkale'nin geçilemeyeceğini anlayan İngiliz ve Fransızlar da, arkalarında Türkler kadar kayıp bıraktılar. 19/20 Aralık 1915'te Anafartalar ve Arıburnu'ndan, 8-9 Ocak 1916'da Seddülbahir'den kesin olarak çekildiler.